Canım Yıldız, 'Eee.. anlat bakalım, ne tadındadır sizin orada akşamlar?’ diye sormuştum son konuşmalarımızın birinde. Gülmüştün. Binlerce kilometre uzakta olsak da, görmüştüm gül, gelincik, şilan açtığını yanaklarından... Nasıl anlatsam ki sana? Ama geçen okuduğun şiirdeki gibi birşey burada akşamlar’ demiştin sonra.
Sahi, ne tadındadır Azrail’den çalınmış şu ana sığdırılan sevdalar? Hangi aşkın vuslatında böylesine güzeldir akşam. Ve neden sevinçlerimizle yarışır gibi böyle çabuk geçiyor zaman. Hâlbuki çoğumuzun saçlarında tutmamış daha gümüş mayası ve sararmadı bıyıklarımız geçen sonbaharda. Ama yine de acılarımızla yarışır gibi ne de çabuk geçiyor zaman.
Ama umut inadına serpiliyor doruklarda yüreğimizin hüzün yaprakları dökülüyor bir bir gamzelerimizden, bahar damlıyor yani ve yine zafer tadında demleniyor akşamlar.
Yollar, götürmek için kimilerimizi yeni iklimin şarabi akşamlarına son hazırlıklarını tamlamakta. Ve eller, sıcacık bir ülke gibi kucaklarken birbirilerini saçılıyor dudaklardan Botani intikam türküleri.
Doğduğun günden, gittiğin güne dek hiç ayrılmamıştık. Vedalaşırken de ‘geçici ayrılık bizimkisi’ demiştik. Ayrılıktan saymadık zaten. Dağlara gidecektin. O delikanlı bahara...Gittin!... Ve ben, en güzel sözü dudaklarımda unutma telaşıyla bağırdım peşinden ‘yolun açık, başın dik olsun. Akşamlarına ağustos sevinci dolsun!’
Ve senden sonra, kalleş mayınlarla pusulanmış yollara uğurlananlardan birileri başka bir iklimde çıkınca karşıma deli olurdum sevinçten. “Yıldız yaşıyor ve gülüyor ‘hala’nın mutluluğundan Newroz sığmazdı gözkapaklarıma. Ayrılık zordu bizler için. Zorunlu ‘zor’lardan.
Beraber büyümüştük. Ben altı yaşında bir çocukken, bal karası gözleriyle, bal tadında bir bebeydin sen. Bütün çocuklar seninle oynamak için dolardı gecekonmuş fakirhanemize. Ve şımarık serçeler gibi baharı taşırlardı toprak bahçeye. Çiçekler açar, yeşerirdi dünya. Ama sen hep susardın. Onlar Fırat gibi coştukça, sen Dicle dinginliğinde akardın. Büyüdükçe çoğaldı suskun. Büyüdükçe, derinleşti gözlerindeki bal karası uçurumlar.. Büyüdükçe, daha bir esmerleşti yüzüne takıştırdığın hüzün... hiçbir aşk, mutluluk ve sevinç silemedi yüzünde asılı duran o esmer hüzün resmini. Amca-yeğendik seninle. Baba-kız. Ve aynı hüzne terk edilmiş öksüz iki kardeş... Acılarımızı, öfkelerimizi, sevinçlerimizi döktük birbirilerimizin ellerine. Sevdalarımızla cemre düşürürdük öbürümüzün yüreğine... Newroz açardık sonra, aşk sarhoşluğuyla halaya dururduk. Büyüdük... kirlendi dünya. Ya da, ülkesiz, dilsiz, sürgün yaşamanın kimliksiz acıları düştü ellerimize. Ve anladık ki, gözlerimizdeki anam yüzlü hüzün, aşksızlıktan değil, yurtsuzluktandır.
Ve sen canım Yıldız, bunu anladığında ilkin aşkını saldın dağlara Şiyar’ını... Sonra... Sonra iki damla gözyaşı bırakıp ellerime gittin... Güneşin sabahı dudaklarından öptüğü o ülkeye.. “Saksıdaki kardelen gibiyim bu şehirde, her rüzgârda biraz daha kırılıyor ellerim” demiştin giderken. Köklerini toprağımıza salma özlemiydi gidişin. Belki de rüzgâr olmak istemiştin... Şiyar’a mı, yoksa dağlara mı? diye tek bir soru sormuştum sadece. Güldün... Aşk döküldü gülüşünden..
Oysaki, aşktan söz edince hep susardın. Suskun yağardı yağmur. Göl olurdu sonra avuçlarıma birikmiş acıların. Ve hüzün, bir gölge gibi düşüp ardımıza sessizce yürürdü lacivert ormanımızda... Fakat bu kez gülmüştün. Anlamadım sorumun cevabını... Taa ki, günlüğünde aşka dair yazdıklarını okuyana dek. İçinde Şiar’ın da olduğu o kutsal toprağaydı aşkın.
“Sevgiyi düşündüm sonra. Arayışlarımı. Acaba düşünüyor mudur dedim. Bilmiyorum, keşke içinde bulunduğumuz ortam ve kişilik yapılanmamız izin verseydi apaçık akmaya. Ama vermiyor. Bu konuda açık olmak bizler için çok tehlikeli. Çünkü hazır değiliz. Ne kişiliklerimiz, ne içinde bulunduğumuz topluluk ve ne de savaş ortamı henüz buna hazır değil. Ama buradan çıkıp dağlarımıza ulaşabilirsem aşkın anlamı benim için çok daha büyük olacak buna eminim.
Ülkem benim, ne kadar zormuş sana ulaşmak!.. Ne anlatılmaz bir tutku.. Sana kavuştuktan sonra, bağrında kalabilmenin diyetini ödemek. Seninle ben olmak istiyorum, sensiz nefes alamıyorum. Dokunuşlarınla, öpüşlerinle tanışmak, o hazzı ben de yaşamak istiyorum.. Bedenimi toprağına sürmek ve ulaşılmazlığınla kendimi yeniden yaratmak istiyorum. Güzellik kraliçem benim. Ülkem, beni koynuna alacağın günü özlemle bekliyorum. En çok ben seveceğim seni, bu sözü daha önce verenler gibi..”
Ve sözünü tuttun.. Atomlara bölerek o gelincik tarlası tenini, döktün Cudi’nin eteklerine... Ama.. Ama canım Yıldız, ayrılık için daha çok erken! Hani söz vermiştin! Ben gelmeden büyümeyecektin. Mavi olacaktık seninle. Beyaz telekli bir martı. Uçacaktık okyanusun en yalnız köşesine. Yıldız olacaktık sonra. Kayıp düşecektik çocukların yarına açılmış avuçlarına.. Ben gelmeden sakın büyüme demiştim sana. Çocukluğumuzu asacaktık umudun alın çatına. Ve uçurtma niyetine koşup akşamın peşinden, düşlerimizi salacaktık geceye...
Büyüdün! Yıldız oldun. Ve düştün halkımın yarına açılmış esmer avuçlarına... Gittin işte! Yüreğimde Fırat çağıltısı acılar kanatarak ve ellerimde söylenmemiş sözlerin sızısını bırakarak aşkına gelin gittin... Geceler boyu uyumadım hâlbuki kaldırıp önündeki barikatı yol verdim zamana. Su gibi akışın da, mevsim dönsün diye bahara. Ve gözlerin avuçlarıma düşer umuduyla hüzünlü şarkılar söyledim yıldızlara. Ne çok vuruldum, kaç ömür kanadım sen gidince! Ve gelmesin diye ardından, yatırıp dizlerime, ninniler söyledim ölüme... Yağmur tuttu soluğunu serçeler sustu özleminle dağlarken yaralarımı inlemedim hiç uyanır da, peşine düşer diye o soğuk ve kirli hece... Ama...
Sen yine de gittin işte! ‘Her ölüm erkendir’ denir ya. Biliyorum sen geç kalmanın telaşıyla koştun önce giden yoldaşların peşinden.. Ama canım Yıldız inan! Bu ayrılık bize çok erken. Çoğumuzun saçlarında tutmamış daha gümüş mayası. Ve sararmadı bıyıklarımız geçen sonbaharda.
Arkadaşlarını gördüm canım Yıldız. Beraber anılar biriktirdiğiniz esmer çocuklardı hepsi. Gözlerinde balkarası gözlerini aradım. Ellerinde, Cudi nasırı ellerini.. Korktum ve dokunamadım sen kokulu tenlerine. Acılarımdan elleri yansın istemedim.. Sustum ve sadece dinledim... bir ceylan gibi Cudi’de gezmişsin. ve her koyağına o kutsal mabedin, sevdanı gizlemişsin. Bırca beleq’de, Mem û Zìn’in düğününde dilana girmişsin önce ve ceplerinde bir avuç Dicle, düşmüşsün kendi masalının peşine. Karşılaştığın her yürek de bir iz bırakmışsın diyorlar. koyu bir esmerlik.
Ve bir Newroz sonrası, hani yüreklerimize cemre düşen o aşk mevsiminde gülüşünle mayalayıp o esmer hüznü kayıp Cudi’nin doruklarından, düşüvermişsin Toroslar’ın güneş yanığı tenine. İşte o günden beri güldüğünde gelincik saçan gamzeleri mayxos bir hüzne çalmış Cudi’nin.. Mayxos bir hüzün kuşattı yani Newroz coşkusu sohbetlerimizi ve aldatılmış sevgililer gibi küstü dilimiz anıların çakırkeyf tadına.. Yine de, inatçılığımızla yarışır gibi nasıl da geçiyor zaman! Newroz Ağustos ve sen.. Bak! koca bir kavga mevsimi daha geçti o lanetli günün üstünden. Esmer gelinciklerle doldu Cudi’nin elleri ama hüzne yaprak dökse de yüreğimiz ağlayamıyoruz, çünkü turnalar güneşe doğru uçuyor hala ve ceylanlar, ayak izlerine basarak dolaşıyor kınalı şafakları beklediğin o koyaklarda. Hüzne demleniyor reyxanî akşamlar. Yollar sabırsız. götürmek için kimilerimizi o eşkıya doruklara son hazırlıklarını tamamlamakta. ve eller.. sıcacık bir ülke gibi kucaklarken bir birilerini yine aynı türkü dökülüyor dudaklardan ‘Serkeftin hewalno, uğurlar olsun. Akşamlarınıza Ağustos sevinci dolsun!’ ... Sahi, söyler misiniz!.. ayrılık sonrası ne tadındadır mevsim?
Silah arkadaşı