Yaşam sanatçımız, yönetmenime!

Halil Dağ (Halil Uysal) Yoldaşın Anısına

Şehit Halil Dağ“Sen sadece bizleri görüntüleyen bir sanatçı değil, görüntünün ardında saklı olan ruhu da dokuyan, işleyen ve ruhla görüntüyü bir arada sunan bir yaşam sanatçısıydın.”

Şimdi senin için ağlıyorum ve karşımda yine senin o gülen yüzün beliriyor. Hatırlar mısın sahnede ağlamam gerekiyordu ve ben bir türlü o havaya giremiyordum. Sonunda yoğun dayatmalar ve bazı taktiklerle ağlarken o toz, toprak, duman ve barut buğusu içinde, baktım kamera arkasında sen oldukça belirgin bir şekilde gülüyordun. Bu bir tezatlıktı, ben ağlarken sen gülüyordun. Artık sen halime mi gülüyordun yoksa o dayatmalar sonunda zorla ağlatmaya mı gülüyordun bilemiyorum ama kesin bildiğin bir şey varsa o da senin her başarı karşısında duyduğun o dizginsiz coşkundur. Zorlu olan her bir sahne sonunda, beğendiğin herhangi bir yüz ifadesi karşısında çarpık çurpuk olan Kürtçenle ‘em hatın daviya dünyaye’ diyerekten, kırmızı beyaz yüzünde beliren ak dişlerinle sevincin pırıltılarını savururdun. Bu sevinç pırıltılarının kaynağı olan başarılarının serüveni acaba nerelerde konuklanmış, hangi dağları aşmış, hangi fırtına ve boranlara es geçmiş diye sormak geliyor içimden... Kesin bu başarıların dokunaklı ve içten bir tarihçesi vardı. İlk başta daha sen dağlı olmadan fotoğrafçılık aşkın için o koşuşturmalarından tut, sanatı kendini yaşatma yeri olarak görenlerin elinden kurtarıp, sanatın mücadeleyle savaşla estetik bağını kurma çırpınışına kadar süren zorlu süreçlerden geçiyordu senin hikayen… ta ki sanatın o güzel imgesini oturtana kadar. Yani başarının yolu çok zorlu ve çetrefilli olsa da o yollar senin için asla sarsak durgun ve bezgin gelmedi. Tıpkı belirttiğin gibi topal karıncanın haca ulaşma hikayesi gibi istençle doluydun. Başarmanın hırsını, mutluluğunu ve olmazsa olmaz koşulunu kimse senden almadı alamadı. Başarı senin koşulladığın bir amaç değildi, başarı hayatını örtmüş, senden bir parça, üzerine oturmuş elbise gibi sana yakışıyordu. Aksini hiç düşünemiyorduk. Sonunda çekimler bitip de montajına başlarken ‘sonunda yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik bu işin’ derken ne kadar da sevinçliydin. Hele filmi gösterdikten sonra alkış tufanı kopan o kongre salonundan sonra seni gördüğümüzde ‘başardık heval başardık’ diyen o sevinçli halini hiç unutur muyum… Başarı sende müthiş bir güven kesinlik ve netlik kazandırmıştı. Bunun sonucunda yanıldığını hiç görmedik. Ne olursa olsun yanılma payını bırakmamakla bizi çok şaşırtırdın. Hani bazen o sahne çekimlerimizde acaba olur mu? Acaba kaza olmaz mı? Acaba mümkün mü? diye kaygılarla bin bir tereddütle bir şeye yönelirken, doğal olarak bir de bakardık ki meğer başkalarının bakışına göre sürüklenmişiz. Sen ise bir iki keskin ve dikkatli bakıştan sonra ‘istediğim bu ve bu olacak’ diyerekten kesinliği koyarak işi sonuca bağlardın. Ne olursa olsun işin içinde sen vardın ya, işte bu bizde bir güven oluşturuyordu. Yoksa onca bomba, mermi ve mayın içinde koşarak ilerleyebilir miydik. Hiç olmasa biz mevzi ardında korunuyorduk ve sen kameranla o ortalarda bizi çekiyordun. Belki de cesaretin ve soğuk kanlılığın bizde de kaygısız bir girişkenliği yaratıyordu. Herhangi bir kaza ve bela olmadığını gördüğümüzde, el atığın her bir şeyde sevincin bizi beklediğini sezdiğimizde bunda bir şans, bir koruyucu güç var diyerekten her adımına bel bağlardık. Şimdi daha iyi görüyorum ki atığın her bir başarı imzasının altında senin o serüveninin izleri var. Yoksa başarılarının hemen öylesine, kendiliğinden, birden bire veya tesadüfle oluşmadığı bir gerçektir. Bir de işin içinde senin özverin, tempon, işe odaklanma denilen sihirli formülün vardı.

En başta gecesini gündüzüne katma deyimine eş değer, yorulmak ve dinmek bilmeyen büyük bir temponun sahibiydin. Hani filmin başında geçen şimşek görüntüsü gerekiyordu. Ve bir gece hiç durmadan yağmur altında ha şu şimşek ha bu şimşek derken sabaha kadar çekip durmuştun. Sabahleyin bunu duyar duymaz ‘tamam demek bugün çekim yok’ deyip sevinerek mangamıza kapandık. Nafile kurtuluş yoktu. Çünkü sen kapıda belirerek ‘êê hade heval çoktandır sizi bekliyorum, yürüyün gidiyoruz’ demeyi ihmal etmedin. ‘Ya bu yorulmak nedir bilmiyor mu’ diyerek yerimizde şaşa kalmıştık. İşte her zamanki bu koşuşturman sende müthiş bir direnç ve azim yaratmıştı. Sonra zamanla öğrendim ki o kaynakta bir de senin hep daha iyiye ve daha güzeline ulaşma telaşını barındıran özelliğinle karşılaştım. İstisnasız her sahneden sonra ‘tamam çok iyi’ dediğinde bu sefer oldu diye derin bir nefes alırken hemen ardından ‘her şeye rağmen bir daha tekrar çekelim’ dediğin anda anlıyorduk ki kolay kolay olmuyor bu işler. Çünkü sen kolay kolay beğenmiyordun. Ama bunu çok heves kırmadan ve bir daha tekrarlatma coşkusunu veren bir moralle yaptırıyordun. Sonra bazen asi olurdun, hırslanır küser kesin olması gerekiyorsa dayatmalara girişirdin. O zaman seni anlamak istemez biraz daha tolerans koparmaya çalışırdık. Ama sen istediğini başardıktan sonra ‘işte bak bunun için yaptım’ diyerek eleştirme payını bırakmazdın.

İşe odaklanırken karşına çıkan her tersliği kendi yaratıcılığınla daha olumlu, daha güzel bir imkana kavuştururdun. Örneğin o atlama sahnesi... Biz ‘bu nasıl olacak’ diye beklerken sen hemen yakın ve uzak çekim için iki formülü sunmuştun bile. ‘Ama ben baş aşağı atlayamam ki’ dediğimde ‘kolay, arkadaşlar elinden ayağından tutup atarlar’ dedin. Bu sefer başka bir terslik çıktı. ‘Ama ben suya atlatılırken yüzme bilmem ki’ dedim sen de ‘kolay, aşağıda can kurtaranların olur’ dedin. Yani imkansız denilen bir olgu yoktu sende. Anında beliren pratik zekan yanında akıl ve duygu dolu yüreğinle çözüm formülünü hep elinde tutardın. Üstelik o kadar cesaretliydin ki hani bazen elimizi yüreğimizde tutup sonucunu bile görmek istemezdik ama senin sakin ve metanetli duruşun bu kaygıları uçurup götürürdü. Onca yıllık tecrübeler bile pes doğrusu dercesine kendine hayran bıraktırırdın. Zaten kameranla saldırıya katılma, en ön mevzide çekim yapma gibi çılgınlıklarını daha önceden de duymuştum. Bu son gördüklerim de eklenince Kürdistan’da, kameramanlığın da, normal seyirde gelişmediğini olağanüstü bir insan gerektirdiğini anladım. Ve sen çılgın, deli dolu güzel sanatçı; bu kadar hünerleri bir arada bulunduran, Önderliğe, örgüte, daha önce hiç tanımadığı Kürt halkına ve en önemlisi de dağlılara ölesiye bağlı olan, yaratıcı aklın sentezi, başarılı bir pratik sahibini nereden bulacağız diye hayıflanıyorum. İnancın olsun ki hayıflandığım o büyüklüğü kendinle buluşturana kadar geçirdiğin o serüven çizgisidir. Yoksa sen yoldaşlarından farklı olmadığını dışa vuran o mahcup ve mütevazi duruşunla zaten herkese göstermiştin.

Herkes seni mütevaziliğinle tanır. Bunca yaptıklarına rağmen kuzeye yönelmeden önce borcumu ödemeye gidiyorum yazını okuyunca öyle bir duygulandım ki işte tam da bu cümleler seni ifade ediyordu. Ama bunun yanında senin gerçeğin karşısında kendimizi düşününce işte o zaman yükümüzün ağırlığı daha bir omzumuza düştü. Özellikle de benim. Beni Beritanlaştırmak için, beni ben yapmak için onca yoğunlaşma ve teşvik edici çabalarına nasıl layık çıkacağım. Bana ağız dolusu gülmeyi öğreten, coşmayı, kızgınlığı, atılganlığı, kaygısızlığı aşılayan sevgili yoldaşım… sen sadece bizleri görüntüleyen bir sanatçı değil, görüntünün ardında saklı olan ruhu da dokuyan işleyen ve ruhla görüntüyü bir arada sunan bir yaşam sanatçısıydın. Ruhumuza güzellikler ekip sanat harikaları yaratan değerli yönetmenim söyle bu büyüklük karşısında daha ne söyleyeyim ne yapayım. Söyle her zaman yol gösterip, fikir yürüten yaşam ustamız. Seni seviyoruz heval. Her zaman yüreğimizin ‘orta yerinde’ yaşayacaksın.

Bêrîtan Cudî