Bizim buralar yaratımın meskenidir. Ve her şey bunun öznesi. İlk ibadetin huzuru, gıdaya, kutsallığa ilk şükran dilekleri ve anlamın ilk yüceliği –erişkenliği- . Bizim buralar, yani doğu yada doğumların ebesi... Ortadoğu... Yaratım doğudadır. Öyküleriyle, alın teriyle, çeşit çeşit keşifleriyle yaratılış, doğunun adı ve doğunun eseridir.
Nede farklı bir aydır Ekim... adı üstünde ekimlerin, yani toprağa düşüşlerin, tohum olup yeşermenin ayı. Tohuma durmuş çiçekleri düşünmeli, ansızın gelen rüzgarla beklenmedik ayrılığı, dalından, yaprağından. Acımasız ama hiç yalnızlaştırmadan çoğaltan ayrılıklar. Şimdi Ekim ayının serin rüzgârlarına durmuşken, onlar aklıma geliyor. Belleğimde bahara durmuş yüzleri ile onlar... Beraber anılmayı gerektiren o kadar ortak özellikleri var ki. İlk olarak her biri sanatçı ruhu taşıyordu. Biri ülkenin canlı, dinamik kıvraklığında dans ederken sancıları kadar başkaldırısı bu coğrafyanın. Biri Kürdistan ana gibi tüm trajediyi anlatır umut katarak her perdesine sahnenin. Bir diğeri ise, yanık türküler söyler içten, dokunaklı. Hepsinin yürekleri de şiirin, anlam dolu kelimelerin eşsiz uyumunun kaleleridir. Hissetmek bir var oluş biçimidir. Hiçbir şey yüzeysel ve öylesine değildir. Yaşananların ruhta karşılık bulması böylesi insanlara mahsustur. Onların dilinde, yeniden dirilen tanrıçaların yaşamla buluşmasının coşkulu çığlığı vardır. Onlar, yüreklerini dağlara vurduklarında içlerinde mutlaka geçmişten gelen bir çağrıyı duyumsamışlardı. Bir de güzel ve özgür yarına duyulan özlemi. Yeniden onlarla öğreniyorum ki sanat yapmak, özlem duymakla başlar. Yapılmayanı yapmak, duyulmayanı dillendirmek ise yürek ister. Yüreğini ve gerçekleri birleştiremeyenler toplumun vicdanı olamaz, duygularını dillendiremez. Önce yürekten dilediler, sonra dillendirdiler, ardından yaratıma koştular. İnandıkları gerçeğe, özgürlüğe koşar adım yüklendiler.
Bir de onları tanımlayacak olan sanatçı ruhlarını tetikleyen, amansız bir mücadelecilik diğer adlarıdır. Mücadele onların var olma biçimidir. Bu bir sevgi, aşk meselesidir. Bu nedenle yürüttükleri mücadeleyle ne çok benzerler birbirlerine. Zorlayan sorunlar, solunan hava aynı değil miydi? Umut ve güç kaynağına aynı yakınlıkta durmuyorlar mıydı? Hiddetlerinin, başkaldırılarının ve coşkularının nedeni ortaktı. Savaşmak için vardılar, savaştıkça var olacaklarını biliyorlardı. “Savaşmak için savaşıyorum” diyordu günlüğünde Heval Beritan. Kadının savaşçılığının sınandığı bir zamandır. Kelimenin gerçek anlamı ile savaşmak için savaşma tanımlaması, kadın ordulaşmasının geçirdiği zorlu sınavları anlatıyor. Her biri gerektiğinde gözü kara savaşçı olduklarını ve komutanlık sıfatlarını kadının özgürlük çizgisinde öncülüğü gereklerini yerine getirerek hak ettiklerini, birer cesaret emsali olduklarını yaşamları kadar şahadet duruşlarıyla da ispatladılar.
Kadının onur savaşımındaki iddiasını ve ısrarını geride tek bir tereddütte yer vermeden bir miras olarak bıraktılar. Zınarin eyleme gitmeden önce yazdığı günlüğünde yaşadığı duyguları ne de güzel ifade ediyor; “ Bir kez daha savaşmak umuduyla, coşkusuyla yol hazırlığındayım. Umarım bu sefer sevdamı söyleyeceğim sevgilime en güzel ezgilerle. Umarım bu sefer kıraç toprağa damlayacak yağmur taneleri. Yalnızca savaşmak için var olduğumu ne kadar da hissediyorum ve ne kadar da insanım bu hisle...4 Eylül
Savaşın kızgınlığı içerisinde kalarak savaşmak için direten Meryem ve Zeynep arkadaşların şahadet biçimleri ne tesadüftür ki aynı biçimde oldu. Her ikisi de birer grubun başında sıcak savaş alanlarının dışına gönderilirken, içlerinde istedikleri gibi savaşamamış olmanın burukluğu ve öfkesi ile tank pususuna düştüler. Biri Begova ovasında, diğeri Deşte Delalok’da.
Üstelik kadının direngen onuru için, sadece düşmanlarına karşı değil her alanda mücadele edip, savaştılar. Hiç yılmayan direniş diye buna denilirdi. Doğrulardan şaşmayan, boyun eğmeyen, akışkan bir mücadele... En önemlisi de pes etmemeleridir. Mücadele ruhuyla donandıklarından, hayıflanmıyor, uslanmıyor ve köşelere çekilip küsmüyorlardı bu dünyadan.
Onları anlatmak... Meryem yoldaş aklıma düşünce, neolitik kızlarının başına çiçekten taçları, bilgiyle örüp, sevgiyle süsleyen yaratıcı elleri aklıma geliyor. Öyle sakin, öyle duru bir yüzü vardı ki sanki o bu dünyanın insanı değilmiş gibi gelirdi çevresine. Bir ermiş heybesinde taşıdığı sevgiyi, umudu, adalet ve barışı dağıtırken nasıl cennet yolundaymış gibi sevinç dolu olursa, Meryem arkadaş da öyle bir coşkuyu taşırdı. Ve ermişin ulaşmayı arzuladığı bir durağı gibi geldiği Kürdistan dağlarında gezerken, son durak ve son molayı buralarda vereceğini kızı Şilan’a kendisi haber salmıştı. Gerçeğin şaşmaz bir takipçisi olarak izlerken bizleri, hem uzaktan seyreder, hem de içimizdeki gizli geçitlere inerek şah damarımızdan daha yakın olurdu. Aklın erişemediği derin yataklara inen biriydi o. Bu dünyanın insanı olmadığı gibi, kendi dünyasına başkalarını taşıma heyecanını yaşardı.
Melek yüzlü Zınarin. Güzele, iyiye, umuda dair duygularıyla kurduğu dünyasıyla, acılara göğüs germeyi büyük bir ustalıkla becerirdi. Sanki o, zorlanmaların peşini bırakmayan, kaderini bir yönüyle zorluk çekmek için zorlayan ve savaşa hep hazırlanan bir ordu gibiydi. Oldukça çarpıcıdır onda, savaşçı yapısının hiçbir zaman masumiyetine gölge düşürememesi. Aksine savaştıkça daha da bir aydınlık oluyordu sanki, bize öyle gelirdi. Savaştıkça çevresini kendisine çeker, gözlerini kocaman bakışlarıyla hayata çevirdiğinde ve umutla gülümsediğinde, adını anmasına gerek yoktu. O gerçekten, bizim yaşamımızın tek temel gerçeği olan Önderliği anlatırdı. Zele pratiğinin ardından Önderliği bir sığınak gibi değil, gerçek bir yol bilici olarak görme gücüne ulaşmıştı. Gerilla yürüyüşünde onu bu derece mücadeleci kılan da, bu buluşmanın verdiği cesaretti. Başarılı pratik onun gönül borcuydu. Bazen usul usul yağan yağmur gibi gözyaşlarını bırakırdı toprağa. Henüz güçlenmediğini kendisine itiraf eder, yapmak isteyip de ulaşamadıklarının acısını çekerdi. Ama nedense, duyguları onu asla çaresiz bırakmaz, zavallılaştırmazdı. Çünkü gözyaşlarının hesabını, kendine ve karşısına soracak kadar cesur bir kişilikti Zınarin Yoldaş.
Zeynep yoldaş, düşünce ve eylem gücünün uyumunu yakalayan, bunun iradesini ustaca yansıtan ender arkadaşlardandı. Büyük sorumluluk büyük düşüncelere yol açarmış denilir. Yaşamında hiçbir boşluk bırakmamasının temel nedeni bu olsa gerek. Yaşama karşı duyduğu sorumluluk onu hiç yalnız bırakmıyor ve harekete geçiren yegane güç oluyordu. Sessiz görünümü altında yatan büyük volkanı sezinlemek mümkündü. Onda asla kolay kabul etme olmazdı. En hayati konulardan, yaşamın küçük bir ayrıntısı gibi görünen meselelerine kadar derin bir sorgulama gücü mevcuttu. Bir dönem kimsenin çok fazla üzerine gitmediği ve pasif kaldığı Zeki(Şemo) tasfiyeciliği karşısında ciddi bir duruş sahibi olmuştu. Ancak kadın birliktelik ruhunun gerekenin gerisinde olması çoğu zaman yalnız kalan bir pratik duruşu getirebiliyordu. Arayışı yalnızca çeteciliğe karşı değil, geleneksel tarzları da aştırmaya yönelik gelişiyor, ikna olmayana kadar hiçbir şeye tabii olmuyordu. Ama bir konuda ikna olduktan sonra da en güçlü katılımı sergilerdi. Zeynep yoldaş dağların zirvelerine çıkar, vadileri seyre dalar, yazar, coşardı. Özcesi duyumsadığı tüm güzellikleri sinesine çekerdi. Yüreğinde meçhul mezarlar yatıyordu. Bir de yaşamını eksenine oturttuğu Agır’ın şahadeti... O, bu dağlarda yürütülen mücadelenin ortaya çıkardığı maneviyatı derinden hisseder, dağların içindeki her bir şeyi yaşardı. Ağacı, toprağı, çiçeği, sığıntı olan mağaraları, suları ve içinde yatan adsız kahramanları. Dağların sarp arazisine fiziğini uyarlamayı da becermişti. Hiç beklenmediği halde pratikçiliğini ortaya koyar, en zorlu anlarda, kendimizi koy vermeye başladığımız dakikalarda yanımıza gelir ve gülen yüzüyle silahlarımızı isterdi.
Sarya ise yaratımın ritminde dans ederken, yaşamın hareketliliğine denk bir orantıyla uzanıyor, yalpalanıyor, dönüyor, düşüyor ve yavaş yavaş zirveye uzanıyordu. Sanat için mi yaşadı yoksa yaşamının kendisi mi bir sanattı? Tanıdık bir ağızdan dinlemek onu daha iyi anlatır.“Hiç anlatmayı denemedim onu. Çünkü bazı olaylar gibi bazı kişilerde ancak yaşanarak keşfedilebiliyor. Şimdi yıllar geçmişken aradan, hala hayıflanıyorum ve onu hak ettiği biçimde tanıyamadığıma yanıyorum. Sarya arkadaş için belirteceğim en çarpıcı özelliği hiç durmak bilmeyen anlam arayışıydı. O hiçbir zaman rastgele olmazdı, olamazdı. Konuşurken kelimelerini seçerek, yürürken adımını hedeflice atardı. İnsanların gözlerinin içine bulmak için bakardı, umudu, sevgiyi, dostluğu. Onu savaş ortamında hiç görmedim. Yani ülkede. Ama Önderliğin yanında hayatımızın en özgür günlerini yaşarken tanıdım. Güneşe durmuş yüzünü Önderliğimizin meleklere benzetmesi hiç aklımdan çıkmadı. Bir de şahadetinin ardından ‘Sarya’da şehit düştü. Onun gibi bir arkadaş 40-50 yılda zor yetiştirilir’ sözlerini.”
Yaratım öyküleri... dur-durak bilmiyor ve uzadıkça uzuyor. Anlattıkça daha fazla anlatmak ihtiyacını duyuyor insan. Onlar, sarı sıcak bir mevsimde özgürlük tarlalarına serpilen birer tohum olarak, önce yeşerdiler, sonra boy verdiler. Gürbüzleşince kanlı bir hasat zamanında gövdeden koparıldılar. Ama merak etmeyin. Ekim’in sarı ılık teninden, sizin gül bedenleriniz kucaklaşıyor, bizim buralarda.
Beritan Cudi