Irmak Gibi Dingin Bir Akıcılıkla Başladı Söze…

Ateş, birleştiren, arındıran, yakan ve aydınlatan ruhuyla insanları bir araya topladı, aydınlattı ve ısıtarak birbirine bağladı tarihten bugüne dek. Bugün de bizler bu ruhun çekiciliğiyle bir araya gelip, ateşten gerçekleri tartışıyoruz. Tartışma tabii ki ateşten başlıyor, önce onu özel, çekici ve bazen de ulaşılmaz kılan yanlarından söz ediyoruz, biraz sonra söz ateş gibi gerçeklere akıyor ve ısıtan aydınlığında takılı kalıyoruz ateşin, ateşten gerçeklerin. Her arkadaş da değişiyor ateşin öyküsü, kimi ateşi bahara benzetiyor, açan bir gül gibi her aleviyle sönükleşen ölüm gibi ‘kış soğuğunu bitiren bir bahardır ateş’ diyor ve ekliyor sıcağıyla buz tutmuş yürekleri düşünceleri ve bu haliyle ölümü söyleyenleri eriterek baharı getirir yüreklere ve yüreklerin yaşadığı ülkelere...

Bir arkadaş; “Kış soğuğunu parçalayıp yok eden bahar gibidir ateş” diyor. Ölüm gibi, kış soğuğundan sonra yenileyiciliği sıcaklığıyla baharda doğaya verdiği yaşamla aydınlatır evreni. Bir başkası, yaşam ve ölümün kavgasına benzetiyor kış ve baharın çatışmasını ve yaşamda bahar gibi ateş gibidir. Yaşamın gerçekliği ateş gerçekliğidir, yakıcı ve keskin diyor. Sonra bir bayan arkadaş sözü alıyor ve üçünün yani yaşam, bahar ve ateşin birleştiği bir nokta buldum diyor. Herkes başını kaldırıp şaşkınlıkla ona bakıyor, ilgiyi gören arkadaş biraz daha uzatıyor lafı bunun üzerine, ateşin içinde uzak yerleri arayan bakışları da kazanıyor ve bunun uzun sürmeyeceğini bildiğinden daha fazla uzatmadan söze başlıyor. “O noktada kadın var” diyor. Yaratıcı bereketiyle bahar gibi, yakıcı ve yenileyiciliğiyle ateş gibi, çelişkisiyle yaşam gibi olan kadın vardır. Bunun üzerine, birçok bakışın alevlerin dansında yakaladıkları derinlikten çıktıkları uzak yolculuklara, kaldığı yerden devam etmek için ateşe dönmesi, yıldırmadı arkadaşımızı, bu sıcak ve hareketli tartışmayı zaman ve mekânın dışındaymış gibi izleyen bizlerse, merakla sözün devamını bekliyorduk. Yeni bir atakla söze başladı. Yeniden “Ve o noktada duran kadının adı var” başarılı bir ataktı doğrusu ve tüm bakışları yeniden kazanmıştı. Bu kazanım aynı zamanda sıcak ve hareketli bir tartışmayı haber veriyordu bize. Üzerine dönen bakışlar kim? Sorusunu soruyordu, çok uzak kendi mecrasında akan bir ırmak gibi, dingin bir akıcılıkla başladı söze: Adı: ZEYNEP’TİR o kadının. Ülkesini, tarihini, kültürünü, toprağını her şeyini yani insanlığını ve kadınlığını kaybetmiş bir neslin öfkesiyle durur, o noktada yaşamını geri ister ve işte burada başlar. Ateşten gerçekliği, ışıktan yaratılmış gövdesiyle karanlık karşısındaki sarsılmaz duruşuyla, ateşin karanlığa karşı pervasızlığın adıdır, Zeynep (Gurbetelli ERSÖZ) yoldaş. Bir an sustu, tüm gözleri tek tek dolaştı, gözleri en son ateşin alevlerinde durmuştu. Bu suskunluk, öykünün devamını arayan bir bekleyişi söylüyordu. Söyleyeceklerimin ağırlığından olsa gerek, kelimeleri daha bir seçerek devam etti.

Akdağ’ın beyaz ve soğuk ıssızlığında özgürlüğün şarkısını söyleyerek, yaşamı akan Murat suyu gibi sömürgeciliğin ölümden soğuk, kışından bir ateş topuydu, ülkesinin bağrında kadın rengindeki bir yaşamda, özgürlüğün kanat sesiyle aşk ve kavga şarkılarını söyleyen, ölümü toprağa kattığı yaşam özüyle ateşi harlayıp büyüttü sadece ve büyüyen ateş var olmanın aydınlığıyla meydan okudu ıssız karanlığa. Toprağın bereketinde, yaşam bulan her doğa parçasında ve her kadın yüreğinde, yerden var oluyordu. Artık adı bir çağrı oldu geride kalanlara, şiir gibi yaşamıyla özgürlüğe çağıran türkülü bir sesti, kulaklarda yankılanıp, Murat suyunda akan.

Sustu, ortalığı boğan bu bıçak gibi sessizlik, herkes gibi beni de üşütüyordu. Uzandı, harlanan ateşe konuşuyordu sanki; “Ateşten gerçeklerle karşı karşıya gelmek, mücadele edebilmek için ateş gibi olmak gerekir” soran bakışlarla etrafına bakındı, ama etrafta tek bir ses vardı, zamanın ıssız sokaklarında dolaşan ateşin rüzgâr soğuğu sessizliği, bozmak istedi yapamadı kalktı. Yürüdü ateşin rüzgâr soluğunun peşi sıra...

MÜCADELE ARKADAŞLARI