Sonbaharın sarı hüznü kapladığında yer kürenin ufkuma çarpan parçasına, usul usul yağmur yağıyordu. Yağmur yağdıkça adımlarımız yağmurun ritmine göre yavaşlıyor ya da hızlanıyordu. Yağmurun içimize işlediği, beynimizle yüreğimizle en amansız bir kavgaya tutuştuğu gündü bizim için. Yağmur arındırıyordu sanki beynimizdeki tüm bize ait olmayan hakikat dışı varoluşsal olguları.
Yağmur yağıyor ve biz dört arkadaş gerilla patikalarında adımlıyoruz. İlk defa adımlıyorduk bu patikalarda ve ilk defa yağmur arındırıyordu ruhumuzu. Yağmur tenimize dokunduğunda içimizdeki yaşama dair, öze dair ne kadar tohum varsa yeşertmek istermişçesine bir duygu uyandırıyordu bizde. Yeniydik bu atmosfer soluğunda. Üzerimizde hala kimliğimize ait olmayan elbiseler taşıyorduk. Patikalardaki çamurlar ayakkabılarımıza her yapıştığında adımlarımız yavaşlıyor ve geride kalıyorduk.
Sarina’yla bir yağmur aralığında buluştu bakışlarımız. Sarina’nın –ki o zamanlar ismi Avesta’ydı- o kocaman siyah gözleri yağmur dolmuştu, yağmur damlacıkları ışıl ışıldı göz bebeklerinde. Gözlerindeki yağmur esmerleşmişti birden. Yağmurun esmer gülüşü olup uzatmıştı elini bizlere. O da yeni solumuştu bu mekânların özgürlük kavgasıyla yaratılmış havasını, onun da üzerinde hala sivil elbiseler vardı. Bundan sonraki çamurlu patikalarda birlikte adımlayacaktık.
Onunla kaç mevsim eskittik, kaç bahar yarattık kendimizde bu mekânlarda. Ama mevsimlerden hep baharı sevdik. O, ilkbaharı sevdi hep, bense sonbaharı ama ikimiz de baharın yağmurlarına sevdalanmıştık bir kere. Yağmurların dokunuşlarını birlikte hissettik ve yağmur sonrası o serin rüzgârları. Ve birlikte çok izler bıraktık yürüdüğümüz patikalarda, senin bende bıraktığın izler gibi. Ama rüzgâr silmiyor izlerini patikalardan ve benden, izlerinin kokusunu ufkuma sığmayan tüm soluklara taşırıyor. Ve ben şimdi rüzgâr olup, senin yağmur gülüşlerini tüm o yaşamın yakıcılığıyla alev almış yüreklere ulaştırıp o yürekleri serinletmek isterdim. Ama ne rüzgâr kadar akıcıdır sözcüklerim ne de sendeki yağmurların gülüşleri kadar serindir anlamlarım.
Senle her yağmur yağdığında kum saatlerimizi döndürür yarına umutlar biriktirirdik, biriken her yağmur damlası yarınımıza bir gülüş, bir özgür yaşam adımı oluyordu. Senle kum tanelerini izleyerek yaşamı anlamlandırmak ve o anlamlardan bir gülüş yaratmak tüm zamanlarını o anda hissetmek gibiydi. Şimdi o kum taneleri kadar anlam kazanan zamanlarımızı hangi sözcüklerle anlatacağımı bilemeden, avuçlarımda kalan kum tanelerini sayıyorum ve onlara denk sözcükler bulmaya çalışıyorum. Bir yağmur anlatabilir senin akıcı seyrini, bir de kum taneleri diyorum. Çünkü onlar var etmişlerdi seni ve sen kendinde onların yaratıcılığıyla onları var etmiştin.
Hatırlıyor musun bilmiyorum, bir yağmur zamanıydı yine, sonbaharın sararmış yaprakları yağmurla birlikte akıyorlardı yaşamımıza. Bir öğlen sonrası komando eğitimi görüyorduk, yağmurdan sırılsıklam olmuştuk ve yerdeki çamur üzerimize öyle bir işlemişti ki kendi bedenimizi seçemiyorduk doğanın renklerinden. Yerde su birikintileri vardı. Yorgunduk, ıslanmıştık ve çamurdu üstümüz. Hani bir şair diyor ya “ne kadar rezil olursak o kadar iyi” biz de o şairi dinleyerekten, komanda sonrası tekmilden sonra dört kafadar kendimizi o su birikintilerine atıp kendimizi iyice kirletmiştik. Ve o anı ölümsüzleştirmek için bir de o çamur içindeki halimizle fotoğraf çektirmiştik.
Evet, yağmurun esmer gülüşlü yoldaşı, şimdi elimde o zamanlardan kalma birkaç sararmış fotoğraf kaldı, bir de onlara asılı kalan yağmur tadındaki bir gülüş, bir bakış.
Evet, yağmurun esmer gülüşlü yoldaşı, senden ayrılalı kaç zaman oldu bilmiyorum. Birçok defa patikalarımız çatallaşmış ve vedalaşmıştık seninle ama her zaman bir yerlerde bir yağmur damlasında buluşabilmişti ellerimiz. Bu yüzden her yağmur damlası umut olup akmıştı tenimize her ayrılık anında. Ve işte en son bir eylül yağmurunda ayrılmıştı patikalarımız ve umudu yeşertmişti yarına dair. Bu sefer ağustos ayında gittin bizden, bak yağmur da yağmıyor şimdi, nasıl yeşerecek umudumuz? Yağmurun dokunuşunu esmer gülüşünde göremeyecek miyiz bir daha? Yağmurlar sele dönüşüp de onunla aktığında okyanuslara senle vedalaşamadık. Sen yine baharın coşkunluğunda akarken ben yine sadece senin akışını izleyebildim. Sen aktın ve…
Bir yağmur damlasının ıslaklığı kadar umut bırak bana ki güneş kurutmadan seni, ulaşabileyim senli yarınlara. Ve bir yağmur damlasının yarattığı varoluş kadar özlem bırak bana ki yarın senle yeniden bahar yağmurlarında kendimi yaratabileyim. Bir yağmurun yere değiş anı kadar ayrılık bırak ki tenine değen yağmur kadar yakın olabileyim sana.
Rüzgârın tene değdiği andır ayrılık ve o anı ifade edebilecek hiçbir duygu sözcüğü yoktur sözlüklerimizde. Ve bizler biçare, lal bir şekilde bütün sözcükleri bir araya getirip anlatmaya çalışırız yine de o rüzgârın dokunuş anını. Oysa biliriz o rüzgârın dokunuşunu hissetmeyen hiç kimse anlatımlarla da olsa anlayamaz. Ve sen yağmurun esmer gülüşlü yoldaşı, rüzgârın hafif dokunuşlarıyla saçlarını tararken yağmurların ıslatmasına izin vermedin bu sefer o simsiyah saçlarına dokunmasına. Bu yüzdem şimdi tüm saçların dolanıyor ruhuma ve tüketiyor umudumu.
Şimdi geriye kırık bir umut kaldı Zağros’ların eteklerine çizilmiş. Çarçela’nın yağmurlarına asılı kaldı gülüşlerin, onları toprakla buluşturup yarına ulaştırmak da aynı yağmurlarda senle ıslanan bizlere kalıyor. Bu yüzden içimize yağan her yağmur damlası sen olacaksın ve sel olup yıkacaksın özgür yaşama ait olmayan ne varsa. Ve yağmurlarınla intikam yeminlerimizi daha bir inançlı kılacaksın. Sana olan bağlılığımızla senli yağmurları daha da coşkulu akıtacağımıza söz veriyoruz.
Aza Sevdilli