Mustafa Gezgör Yoldaşın Anısına
İhanet ve direniş; Kürt tarihinde vazgeçilmeyen ve tarih kadar canlı olan iki olgu....
Enkidu'nun Hun baba’yı öldürmesiyle ihanet tohumları serpilmişti Ortadoğu coğrafyasına. O zamandan sonra Kürdistan'da güllerle karaçalılar yan yana boy verecekti, çünkü her Mem ile Zin'in bir Beko'su olacaktı ve çağlar boyu yaşanan bir gelenek gibi günümüze dek sürüp gelecekti bu gerçeklik...
Ve ihanet Kürt'ün lanetli gerçekliği, Kürt'ün Enkiduları, Bekoları, Harpagosları...
Ve ihanet, insanlığı sırtından vuran ilk ve tek hançer. Ondandır acılarımız, daha derin, ama isyanımız da öyle, çünkü asla boyun eğmedik namerde, kalleşe, haine ve darağacında olsak bile, biz, o sehpalarda ihaneti yargıladık. Ondandır Pir Sultanların deyişleri; "Düşmanımın attığı taşlar değil, dost elinin attığı bir gül yaralar beni" ve bu yaralarımız hep kanadı, Dicle'ye, Fırat'a aktı, ama biz yine de direndik ve bu coğrafya tanıktır ki, bir defa olsun boyun eğmedik ihanete.
Ve direniş. Kürt'ün onuru, mirası, yiğitliği ve kutsal yaşamı...
Çünkü direniş, Kürdistan’ın özgürlük gülü, ihanete karşı asla solmayan, sararmayan ve karaçalıları aşıp hep gökyüzüne ulaşan...
Ve artık ihanete direniş Kürt halkının kaderiydi. İhanet için lanetli, direniş için onurlu dediğimiz kader... Ve bu kader ihanete karşı soylu direnişlerde, Şeyh Saitlerle, Seyit Rızalarla onurlu ölümlerde böyle sürmeye devam edecekti.
Kürt işbirlikçiliğinin ve ihanetinin artık bitmesi gerekiyordu. Bu kader değişmeliydi artık ve Hilvan-Siverek'te ilk mermiler sıkılmıştı işbirlikçi zihniyetin beynine. Zindanlarda yükselen "Yaşamı uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz" şiarıyla bedenler tutuşacak, ihaneti de kendisiyle birlikte külleştirecekti.
Kürt tarihindeki ihanet ve direniş kendisini mücadelemiz içinde de en üst düzeyde gösterecek ve soylu direnişler tarihimize damgasını vurmaya devam edecekti. Nitekim tarih 1992 yılının başlarını gösteriyordu. Önderlik sahasından çıkan sekiz kişilik bir grup Suruç'a doğru yol alıyordu. Umut, inanç ve sevda yüklüydü yürekleri. Sınırları, tel örgüleri ve mayınları aşacaklardı ve kolay geçmemişti hiç bir yürüyüşleri. Alınlarından süzülen terler, günlerdir yıkamadıkları yüzlerinde zorlukların izlerini çizmişti sanki... Ve onlar ilerliyorlardı, sırtlarında çantaları, parti belgeleri, omuzlarında kleşleriyle, Kürdistan’ın bir parçasından diğer parçasına geçiyorlardı, bir dahaki geçişleri sınırsız olsun diye. Evet, bu grup Kemal(Mustafa Gezgör) arkadaşın grubuydu. Zorlu bir yürüyüşün sonunda Suruç kırsalına ulaşmışlardı artık.
Peygamberler diyarının acılı bir toprak parçasıydı Suruç, çünkü o da ihanetlere ve direnişlere tanık olmuş bir mekândı.... Coğrafya olarak ovalık olması gerilla mücadelesi içinde birçok dezavantaj yaratırken, oradaki toplumun içine sindirilmiş olan korku ve ajanlaştırılmış aile gerçeklikleri, gerillanın örgütlenmesini ve uzun süre orada tutunabilmesini engelliyordu. Bundan dolayı küçük gerilla gruplarıyla çalışılsa bile en fazla üç ay kalınabiliyor ve grup kendisini tasfiyeden kurtaramıyordu.
Kemal arkadaşın grubu alan müdahale olarak gelmiş, gelir gelmez çalışmaya başlamış, kısa sürede başarılı eylemler yaparak, alanda derin etkiler bırakmıştı. Daha önce alan sorumlusu olan Palo, yaşanan pratikten dolayı görevden alınmış, göreve Kemal arkadaş atanmıştı. Kısa bir zaman diliminde yaşanan bu gelişmeler düşmanı oldukça korkutmuş ve tedbir almaya yöneltmişti. Hatta "Kemal arkadaşın kellesini getirene iki milyar para vereceğini" söyleyerek işbirlikçilik ve ihaneti yeniden hortlatmak istiyordu. Aslında bütün bunlar düşmanın yaşadığı büyük korkunun bir ifadesiydi. Öyle ki bir defasında bir Türk subayı Kemal arkadaşı görmüş, fakat üstüne gitmeye korkmuş ve şöyle demişti; "Gezgör'ün sekiz bomba ve bir keleşle dışarıda olduğunu bilmiyor muyum ama kim üstüne gidebilir ki... Çünkü o kendisini özgürlüğe adamış bir APO'cu militandı, çünkü o, tarihte son sözü söyleyen direnişlerdendi...
Çalışmalar çok yoğun devam ediyordu, ama düşmanda içten içe yürütüyordu faaliyetlerini. Palo, merkezdeki çalışmaları düzenlemek ve hazırlık yapmak için bazı aileleri ziyaret edecekti. Ne var ki, arkadaşların bilmediği ve düşman tarafından önceden ajanlaştırılmış bir eve giden Palo'yu düşman ve yılların gelenekselliği olan ihanet beklemekteydi. İşbirlikçi bir evde yakalanan Palo, direniş ruhuna sahip çıkmamış, tarihten beri gelen iki çizgiden ihanete gidenini seçmişti. Gördüğü biraz işkenceden sonra çözülmüş ve bir bir yoldaşlarını ele vermişti. O da Enkiduları, Bekoları izlemişti...
Biten sonbaharın hüznü Suruç'un çamurlu sokaklarına birikmişti sanki ve kışın soğuk havası kendisini ölüm havasına, ihanet sisine büründürmüştü. Ve gökyüzünde hiç bir güvercin, hiç bir kuş yoktu sanki. Sadece keklik soyunun son türleri uçuşuyordu havada, ölümü, ihaneti ve kalleşliği haber verircesine...
Evet, Palo çözülmüştü. Kemal arkadaşla gruptaki diğer arkadaşlar kırsalda oldukları için bundan habersizdiler. Viranşehir'de bulunan Hamza arkadaş bu olayı duymuştu. Kemal arkadaşa haber vermek için durmadan telefon etmesine rağmen arkadaşlara ulaşamıyordu. Öte yandan ihanet, ağlarını örmeye devam ediyordu, sessizce ve kalleşçe...
Kısa bir zamanda çözülen Palo, Kemal arkadaşı telefonla aramıştı. Palo'nun ihanetinden habersiz olan Kemal arkadaş, Palo'nun verdiği adrese randevuya gidecekti, hem de bütün grup üyeleriyle birlikte, çünkü Palo ona, "Önderlikle telefonda görüştüğünü ve alan için acil bir toplantı yapılması gerektiğini" belirtmişti. İşte keklik böyle ötüyordu düşman kafesinden...
Kemal arkadaşsa, Önderliğin vermiş olduğu perspektifleri duyacak olmanın merakı ve heyecanı içinde bir an önce randevulaştıkları eve gitmeye can atıyordu. Buluşma saatine doğru sekiz arkadaş, önceden belirlenmiş eve doğru yol almaya başlamışlardı bile. Onlar, çoğu zaman beraber çatışmalara girdikleri, ölüme karşı göğüs göğse çarpıştıkları yoldaşlarından böyle bir kalleşliği beklemeden, iç düşmandan habersiz dıştaki düşmana karşı tedbir alarak ilerliyorlardı. Randevu yerine Palo'dan önce gelmişlerdi. Geldikleri ev yurtsever bir ailenindi. Onlar biraz sonra kendi evlerinde kopacak hengâmeden habersiz, arkadaşları görmenin sevincini yaşıyorlardı. Derken kapı çalınmıştı, gelen Palo olmalıydı. Onu karşılamaya evin büyük oğlu –ki kendisi milisti- ve Canda arkadaş gitmişlerdi, fakat kapıyı açar açmaz önceden etraflarını kuşatmış olan düşman, üzerlerine ateş açmıştı. Milis arkadaş hemen orada şehit düşmüş, Canda arkadaş da kendini dışarı atmıştı ve ardından da Bedirhan.... Bu iki yoldaş diğerlerini korumak ve düşmanı oyalamak için çatışmaya başlamışlardı, ama düşman bir kez etraflarını kuşatmıştı. Onlar da artık son anlarını yaşadıklarını biliyorlardı, ama ölseler de direnişe yaraşır bir şekilde öleceklerdi.
Kıyasıya bir çatışmaya tanık olmuştu bu kent. Güneş batmak üzereydi. Canda'yla Bedirhan omuz omuza çarpışmış ve her ikisinin de sadece birer mermisi kalmıştı. Son kez ufuktaki güneşin batışındaki kızıllığına bakarken, bir damla gözyaşı süzülmüştü Canda'nın gözlerinden. Doğup büyüdüğü yerlerden çok uzaktaydı şimdi. Kürdistan'ın Küçük Güney parçasından katılmıştı partiye. Bir bir yüreğine resimlediği kişiler geldi gözlerinin önüne. Savaşta anlam bulan yaşamına, şimdi savaşta son verecekti, ama bu daha da anlamlı kılacaktı yaşamını, çünkü o, direniş ruhuna sahip çıkacaktı ve o, teslimiyeti öldürecekti bu kurşunuyla...
Ve Bedirhan, kim bilir kaç defa sıyrılmıştı böyle zor anlardan. Boğazı kurumuştu ve yüreği yüzyılların çatışmasındaydı sanki. Bir bir yoldaşları geçmişti gözlerinin önünden. "demek buraya kadarmış" demiş, o da Canda gibi bir kaç gözyaşı dökmek istemiş, ama içinden "tutmak gerek" demişti. "son anda bile kendini tutmak..."
Sonra birbirlerine bakmışlardı. Yılgınlık, korku ve hüzün yoktu gözlerinde, aksine inanç ve umutla parlıyordu gözleri. Sanki biraz sonra hiç kapanmayacak gibi. Canda son kez silahını okşamıştı. Silahıyla vedalaşır gibi bir ifade belirmişti yüzünde. Bugüne kadar onu zor anlardan kurtarmış olmasına teşekkür ediyordu. Ve devrimcilere yaraşır bir şekilde sıkı sıkıya tokalaştı Bedirhan'la. Gerillanın her tokalaşmada hissettiği o sıcaklığı, yoldaşlığı ve paylaşımı yoğunluğuna hissederek... Çünkü bu son tokalaşmalarıydı ve narin parmaklar tetiğe giderken "Biji Serok APO" sloganlarını haykırdılar, ama Bedirhan'ın da Canda'nın da gözleri batan güneşe dönüktü ve sanki onlarda yarın gün doğumuyla, kapanmamış gözlerini yeniden açacaklardı. İhanete sıkılan ilk kurşunlardı bunlar. Hiç bir ihanet cevapsız kalmamıştı tarihte...
Çatışma bütün yoğunluğuyla devam ediyordu. İçeride altı arkadaş kalmışlardı ve durmadan çatışıyorlardı. Bu arada onlara ulaşamayan Hamza arkadaş, haber vermek için Suruç'a geldiğinde artık çok geç kalmış olduğunu görmüştü. Arkadaşlar çatışmaya girmişlerdi bile... Hamza arkadaş, etraflarının kuşatılmış olduğunu görünce düşmanın yoğunlaşmasını dağıtmak ve arkadaşlara bir geçit hattı yaratmak için düşmana ateş edip çatışmaya girmek istediyse bile, düşman bir kez avını yakalamıştı. Başına ödül koydukları kişi çemberlerinin içindeydi. Hamza arkadaşın girişimi etkili olmamıştı. Karşılıklı kurşunlar sürekli etkili olmamıştı. Karşılıklı kurşunlar sürekli vızıldıyor ve çatışma devam ediyordu. Düşmanın kayıpları da olmuştu ve evdekiler kararlıydı, son mermilerine kadar direneceklerdi. Belki kurtuluş olmayacaktı, ama düşmanın eline de sağ geçmeyeceklerdi.
Cephaneler yavaş yavaş tükeniyordu. M.Salih ve Kendal arkadaşların birer bombaları kalmıştı. Birden evin içinde "Teslim olacağız" sesleri yükselmiş ve sonra da evin kapısı açılmıştı. M.Salih ve Kendal arkadaşlar düşmana doğru ilerliyorlardı. Kafesteki keklik hoşnuttu ötüşünden, çünkü kafesine iki kişiyi daha alacağını düşünüyordu. Palo, o uğursuz sesiyle komutanın kulağına eğilip "Bunlar Salih ve Kendal " demişti. Onlar da Palo gibi Suruçluydular, ama onun gibi ihanetçi değil...
Evet, M.Salih ve Kendal arkadaşlar "teslim olacaklarını" söyleyip düşmanın içine kadar girmiş ve ellerindeki son cephaneleri olan bombalarının pimini çekmişlerdi, çünkü onlarda "teslim olmama" kararını vermişlerdi. Bu yüzden şehit düşeceklerse de bu kolay bir şahadet olmamalıydı. Onlar askerlere doğru ilerlerken, sanki gözlerinde Kawa'nın ateşini yansıtıyorlardı. Oysa düşman, zafer sarhoşluğunun da etkisiyle onların o kararlı adımlarını fark etmemişti bile. Bir de tüm heyecanlarına rağmen sakin sakin yürüyüşleri, kararlılıklarının bir yansımasıydı belki de. Ona rağmen "ya bomba patlamazsa, ya sağ yakalarlarsa bizi? Hayır, hayır sağ ele geçmeyeceğiz! Biz ölsek de kolay ölmeyeceğiz. Yılların intikamını almalı tarzımız" demeleri APO'cu vuruş tarzının onlardaki somutluğunu ifade ediyordu. Pimleri o kadar ani ve hızlı çekmişlerdi ki, düşman neye uğradığını şaşırmıştı. Ve paramparça olmuş cesetlerine rağmen, yüzlerinde özgürlüğe dair bir tebessüm kalmıştı. Sanki ikisi de sözleşmişti birbiriyle, bombanın o dehşetinde ve ölüm anında bile sarsılmamıştı inançları, umutları ve tebessümleri... Onlar özgürlük yolunda ölümsüzleşirken, ihanete ikinci darbeyi vurmuşlardı.
Evin içinde Kemal, Ferhat, Faysal ve Leyla arkadaşlar çatışmaya devam ediyorlardı. Saatler ilerledikçe cephane azalıyor, ama düşman da içeriye girme yolunu bulamıyordu. Çatışma esnasında Leyla arkadaş yaralanmış, akşamın altısında başlayan çatışma sabahın dördüne kadar devam etmiş ve onların da geriye sadece bombaları kalmıştı. İçerde dört kişiydiler ve içlerinden birinin mutlaka sağ kalması gerekiyordu. Bu olayın ve bulundukları ailenin suçsuz olduğunun partiye bildirilmesi ve Palo ihanetçisinin yaptıklarının yanına kalmaması için bir kişinin bu tarihi direnişin canlı bir şahidi olarak kurtulması veya sağ ele geçmesi gerekiyordu.
Karanlık odada dört çift göz birbirine bakıyordu. Sabahın ilk ışınları pencereden sızarken, sanki orayı aydınlatan güneş değil de, bu dört kişinin gözleriydi. Evet, şafak sökmek üzereydi. Kemal arkadaş pencereden bakarken "acaba güneşin doğuşunu son defa görecek miyiz?" demişti içinden ve sonra arkadaşlara dönmüştü. Bir komutan gibi net, yiğit ve kararlıydı bakışları. Tek tek bakmıştı arkadaşlara, Ferhat'a, Faysal'a ve Leyla'ya. Evet, kararını vermişti; bu görevi Leyla arkadaş yapacaktı, ama Leyla, gece boyu kanayan yarasının acısına dayanıp ağlamadığı halde, şimdi oturmuş hüngür hüngür ağlıyordu, çünkü sağ kalma görevi ona ölümden daha acı geliyordu, çünkü şu anda karşısında duran üç genç, üç yiğit, üç yoldaş olmayacaktı bir daha. Bir daha çatışmayacak, kızmayacak ve şaka yapamayacaktı onlarla.
Daha biraz önce bu eve gelirken, yürümekte zorlandığı için Ferhat'ın ona yardım edişini ve kendisinin gururlu ve kızgın bir edayla silahını vermeyişini anımsamıştı. Ve Faysal'ın "sayı arkadan gelsin" diyerek ona takılışını... Evet, geceler boyu omuz omuza çatıştığı bu insanlar bir daha olmayacaktı. Yani o çok bilmediği Türkçe dilini konuşurken, Faysal ona gülmeyecek ve Kemal yardımına koşup düzeltmeye çalışmayacaktı Türkçesini. Hem sonra ölümde bile beraberliğe söz vermemişler miydi? Nasıl olur da onları yalnız bırakabilirdi?
Kemal arkadaş, yavaş adımlarla ona doğru ilerlemiş, önce arkadaşlara dönüp bakmıştı, sonra da Leyla'nın yarasına. Faysal yine takılmıştı Leyla'ya "küçücük bir demir olan bu mermi için insan ağlar mı? Vallahi benim mermilerim hala vücudumda" Faysal son anda bile moral vermek istemişti yoldaşına, ama Leyla hüzünlü ve buruktu... Çünkü şimdi yüreği kanıyor, acısı daha derindi...
Kemal arkadaş, biraz sonra ebediyen gidecek biri değil de, bir komutan, bir devrimci gibi oturmuştu Leyla'nın yanına. APO'cu tarzın o ikna edici, metanetli, sabırlı ve yürekli kişisini temsil ediyordu şimdi. Leyla'yla bir kaç söz konuşmuş, ona görevini kavratmış ve "güçlü olması gerektiğini" söylemişti.
Çok daha fazla zamanları yoktu, ama yoldaşlarından da böyle buruk ayrılmak istemiyorlardı. Tek tek vedalaşmışlardı. Leyla'yla da "serkeftin" sözcüğünü fısıldayarak. Faysal kendisini tutmamış, Leyla'yla vedalaşırken bir çift gözyaşı süzülmüştü gözlerinden ve gözyaşları Leyla'nın yerdeki kanına karışmıştı.
Derken keklik yine ötmeye başlamıştı. Palo, cihazdan arkadaşlara "teslim olun" çağrısı yapıyordu, ama soylu direnişe ihanet olur muydu? Üstelik onlar APO'nun militanlarıydı. Hiç kalırlar mıydı bunun altında? Kemal arkadaş cihazdan "biz asla teslim olmayacağız, çünkü biz yaşamı uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz" cevabını veriyordu. Bu sözleri söylerken o kadar sakindi ki, karşısındaki kişinin yitikliğini, küçüklüğünü görür gibiydi. Bu konuşmadan sonra son kez pencereden bakmıştı Kemal arkadaş. Güneşin doğuşunu görmenin sevinci kaplamıştı yüreğini. Artık huzurluydu, çünkü güneşi son kez de olsa görmüştü. Ve artık ufuktaki şafağın kızıllığı gibi kızıla boyanmıştı o ev. Kemal, Faysal ve Ferhat arkadaşlar bombalarını kendilerinde patlatıp ihanete en büyük darbeyi vurmuşlardı. Hem de "yaşamı uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz." şiarını haykırarak. Olduğu yerde baygın olarak yatan Leyla, yaralı olarak düşmanın eline geçmişti. Kendisi de Canda gibi Küçük Güney'den parti saflarına katılmıştı. Zindanda dahi bu direniş ruhunu sergilemeye devam etmiş ve o direnişe tanıklık etmenin gururuyla mücadelesini sürdürmüştü. Mücadele tarihimizde sergilenen direnişlerden sadece bir tanesiydi bu. İşte güçlü mirasımız böyle direnişlerle yaratıldı. Kürtler, halen bu çizgiyi sürdürmeye devam ediyor. Bir yandan ihanet ve işbirlikçilik, bir yandan da PKK mücadelesi ve direnişçiliği. Bu, Kürt'ün bir kaderi belki de, ama sonsuza dek sürüp gidecek değil elbette. Çünkü
"Güllerin sonsuza koştuğu yerde
Sabrın çiçeklerini açtığı yerde
Asla kapanmaz açılan defter
Çünkü tarihin en güzel yerinde
Son sözü hep
DİRENENLER söyler."