"İşte o zaman güzeldi ateş. O ilk keşfedildiği zamanlardaki gibi kıymeti vardı"
Karanlık bir Temmuz gecesiydi. Evde herkes uyumuştu. Ve etraf yine sessizdi. Uykularımı bölen, benim bilmediğim bir dünyaya içinde yaşadığım küçük dünyanın sınırlarını aşmaya iten o sıkıntı. Herkes uykunun huzurlu kollarında günün yorgunluğunu giderirken, bir karabasan gibi üstüme çökmüştü yine. Bir bilebilseydim beni yakıp kavuran bu ateşin ne olduğunu, aradığım şeyi bir tanıma kavuşturabilseydim, o zaman her şey daha kolay olacaktı benim için. Sanki ruhum hapsedildiği sınırları zorluyor, duygularımı, düşüncemi tüm benliğimi hazırlıksız bir isyana çağırıyordu. Uzun süredir devam eden sessizliğimin sıkıntımın nedenini tam bilmiyordum, ama bende değişen bir şeyler olduğunu, en çok uykusuz geçen gecelerim boyunca gözlerimin önünde beliren o görüntüden anlıyordum. Gün geçtikçe o görüntünün içinde yittiğim hissine kapılıyordum. Sadece düşlüyor olmanın cezasını çeker gibi, derinlere dalıyordum. Böylece her defasında önce karanlığa, sonra aydınlığa, dokunduğum bir sürek oyununda buluyordum kendimi. Ve karanlığın aydınlığa yeni düştüğü şafak vakitlerinde düşünmekten yorgun, yarı uykulu, yarı uyanık, düşler arasında gündelik yaşamımın koşturmacasın da kafamdan atmaya çalışıyordum o görüntüyü.
Bir keresinde, Suruç çarşısında yürürken gördüm kendimi. Çarşının her zamankinden kalabalık caddesinde yürürken kulağıma birden acayip acayip sözler gelmeye başladı. Daha önceleri hiç duymadığım sözler.
Bir grup genç caddenin ortasında slogan ata ata ilerliyorlardı. Ne olup bittiğini anlamadan kendimi onlarla birlikte yürür bulmuştum.
Gençlerin arasından, önden giden bir tanesi;"Haydi gençler dağlara! Kürdistan'ın özgür dağlarına!" diye bağırıyordu. Esnaflar, yoldan geçen herkes işini gücünü bırakmış onu izliyordu. Öncülerinin arkasına takılıp da yürüyen gençlerin ondan aşağı kalır yanları yoktu. Onlar da avazları çıktığınca bağırıyorlardı. Tuhafıma gitmişlerdi. "Herhalde öndeki adam bir deli, gençler de bulmuş deliyi peşine takılmış, oynuyor" dedim içimden. Kalabalıktan ayrılmayı düşündüğüm bir esnada polisler geldi. Grubun üzerine yürüyünce birden herkes dağılmaya başladı. Ne yani şimdi benim uykusuz gecelerimin sebebi bir delinin ardına düşmüş, avazı çıktığı kadar bağıran bu gençler miydi? Kendime bile itiraf edemiyordum, ama gerçek buydu sanırım.
1992 yılında yaşamış olduğum bu olayın arkasındaki gerçeği çok sonraları öğrenecektim. Oysa o gün, Suruç için tarihi anlarından bir tanesiydi. Uzun zamandır aralarından ayrılmış olan güzel insan geri dönmüştü.
Halkın dilinden düşmeyen asi ve kavgacı bir insandı. On bir yıl önce ayrıldığı Urfa'ya geri döndüğünde hala eskisi gibi deli doluydu. Bunu en çokta kanları onun gibi kaynayan gençler hissederdi.
Suruç halkını kandıran, devlete bilgi sızdıran tefecinin cezası verilmişti. İmam Hatip Lisesi'nin önünde tefecinin ağzına tıkıştırdığı kâğıt para, onun gibi olan herkese ibreti âlem olmuştu. Oysa Mustafa Gezgör arkadaşın halk için gösterdiği kahramanlıklardan sadece bir tanesiydi bu.
Düşman onu tehlikeli buluyordu, çünkü kafasına koyduğunu yapmaktan kimsenin alıkoyamayacağı, durdurulamayacak bir arkadaştı. Bu son olayla birlikte artık Gezgör arkadaşın peşini hiç bırakmayacaklardı.
Aynı yıl düşmanın, Suruç köylerinde yaptığı operasyonlardan birinde, bir eve yapılan baskında Gezgör arkadaş şehit düşmüştü. O günden sonra da Suruçlu gençlerin dilinden düşmeyen bir slogan duyulur oldu. Ve Suruç çarşısında dolaşan, onu tanıyan, tanımayan herkesin içince bir merak uyandırdı.
"Gezgör yoldaşın kanı yerde kalmayacak!"
"O, karanlık yolumuzu aydınlatan bir ışıktır!" diye ortalığı inleten sözler, herkese şu soruyu sorduracaktı "Mustafa Gezgör kimdir?"
Cesaretin böylesi düşmanı korkutuyordu. Bundan dolayı düşman, sık sık köylere inip halkı tehdit ederek bilgi almaya çalışıyordu. Gerillalar, bölgenin birçok yerine girmişti artık. Halkın gözünde birer melike gibiydiler. Gerillalar hakkında bilgi almaya gelen askerlere ve polislere gelince, halk onları zebani takımından görüyordu, çünkü halkı sürekli horluyor, onlara uygulamadık işkence bırakmıyorlardı. Geceleyin kapıyı çalmalar, bulabildikleri en küçük bir delikten evlere doluşan lağım farelerine benziyorlardı. Yeraltından gelip yine yeraltına kayboluyorlardı. Rüyaları kapkaraydı. Tıpkı yarasaların rüyası gibi...
Askerler kendilerine kötü davrandıkları için halkta inadına gerillayı daha çok sahipleniyordu. Özlemle bekledikleri aydınlık günlerin inanç tohumlarını ekiyorlardı. Ve sonucunu, geçen zaman içinde daha iyi göreceklerdi.
Yine uykusuz, yine sıkıntılı bir gecenin bir yarısında, nefessiz kaldığımı hissettiğim için kendimi dışarı atmıştım. Ayaklarım beni nereye götürüyorsa oraya doğru yürüyordum. Evimizin üç yüz metre güneyinde ekili tarlalarımız vardı. Yeni yeni ürün vermeye başlayan bu topraklara doğru, tıpkı o boğucu havanın ağırlığı gibi ağır ve sarsılarak ilerliyordum. Şakaklarımdan soğuk terler akıyordu, oysa geceydi ve geceleri hava serin olurdu. Gündüzün her tarafı yakıp yıkıp kavuran sıcağı yoktu. Gün ortasında ova sapsarı bir serap gibi görünüyordu insana. Çünkü Harran'da Temmuz ayları başka hiç bir yerde olmadığı kadar sarıdır.
İşte o zifiri gecede, ısısını gündüz güneşten toplamış olan toprak, hararetini hala korumaktaydı. O gece ortalıkta benden başka kimsecikler yoktu. Yani ben öyle sanıyordum. Sabahın erken saatlerinde güneş henüz yeryüzünü tam ısıtmadan, yöre halkı sulama işlerine başlayacaktı. Köylüler ekinlerini biçmişti ve şimdi, ikinci kez ektikleri pamuk tarlalarıyla ilgileniyorlardı.
Biraz dolaşmakla rahatlamayı umuyordum, ancak tek başına bu da yetmiyordu. Beni oyalayacak bir şeyler bulmalıydım. Sonra aklıma geldi. "iyisi mi tarlaları sulayayım" dedim. Evdekiler sabah kalktıklarında sevineceklerdi. Üstelik kalkmalarına topu topu üç saat kalmıştı. Kendime iyi bir iş bulmuş, hemen işe başladım.
Tarla sulama işleri yorucuydu, terden ve taşıma suyundan üstüm başım sırılsıklam olmuştu. Gömleğimi de çıkaramıyordum, etraf sivrisinek kaynıyordu. Ellerimle, kollarımla kovuştursam da faydası yoktu. Onlar çoktular ve gecenin bu saatinde benden başka bulaşacak canlı bulmamış gibi üstüme üşüşüyorlardı.
Her tarafı sular içinde kalmış olan tarlada kuru bir toprak parçası bulup oturabilmek neredeyse imkânsızdı. Zoraki bir yer bulup oturduktan sonra sigara çıkardım ve yakıp içmeye başladım. Sivrisineklerin sigara dumanına karşı duyarlı olduklarını biliyordum. Üst üste bir kaç tane tüttürünce onlardan kurtulacağımı umuyordum.
Gece çok sakindi. Tek bir yaprak kıpırdamıyordu. Ağır ve boğucu bir atmosferdi. Birden bir hışırtı sesi duyar gibi oldum. Elimdeki feneri, sesin geldiği tarafa doğru tuttum. Bir yukarı, bir aşağı, sağa-sola hızlı bir şekilde gezdirdiğim feneri, otların arasında belli belirsiz de olsa gözüme ilişen bir karartıya tutuyordum. Hareketliydi. Gördüğüm şey bir karartı olmaktan çıkınca iri cüsseli üç kişinin yavaş yavaş yaklaştığını fark ettim.
"Kimsiniz?" diye seslenirken sesim titriyordu. Sesim karanlıkta yayılacağına, daha boğuk bir şekilde bana geri dönüyormuş gibi geldi.
Hiç rahat değildim. O zamanlar geceleri ev ev dolaşan Özel Timler olurdu. Ortalıkta, tek başına gördüklerini öldürüyor, üzerinde de bir silah bırakıyorlardı. Bıraktıkları silahı öldürdükleri kişiye aitmiş gibi gösteriyorken, halkı da "biz terörist öldürdük!" diye kandırıyorlardı. Bu şekilde çok sayıda yöre insanını meçhule götürmüşlerdi. İster istemez içime bir korku düştü. Gelen yabancıların kim olabileceklerine dair hiç bir fikrim yoktu. Ya bana, "gecenin bu yarısında ne geziyorsun burada?" diye sorarlarsa diyordum. Korkumu bastırıp bu sefer daha gür bir ses ile sordum.
"Kimsiniz?"
"Biziz heval. Korkmana gerek yok" dediler.
Artık yaklaşmışlardı. Üçü de çok uzun boyluydu. İçlerinden hep bir tanesi konuşuyordu. Hep aynı kalın ses idi duyduğum. Feneri direkt yüzlerine tuttum. Birbirimize bakarken ki kısa suskunluk anından sonra onları oturmaları için buyur ettim. Daha önce oturmuş olduğum kuru yeri gösterdim onlara. Sonra bende yanlarına çömeldim. Yine aynı sesin sahibi:
"Kimin oğlusun?"diye sordu.
Cevap vermedim, çünkü kim olduklarından, heval olup olmadıklarından emin değildim. Sadece yüzlerine bakıyordum. Özel Tim de olabilirlerdi, heval de, ya da yoldan geçen civar köylülerden birileri de... Ama yanlarında kaleşnikof taşıyorlardı. Bu düşüncem de onların gerilla oldukları konusunda ikna edemedi beni. Bütün olasılıkları değerlendiriyordum kafamda. Hemen içimden "Özel Timler de kaleşnikof taşıyor,"dedim, fakat bunlar Kürtçe'de biliyordu. Askerlerin Kürtçe konuştuğunu hiç duymamıştım. Kafam karmakarışık olmuştu ve artık kendilerinden korktuğumu onlardan gizlemiyordum. Böylesi durumlara yabancı olduğum için nasıl davranacağım konusunda henüz çok tecrübesizdim. Yüzüme kim baksaydı, bunu hemen anlardı.
— Ee? Sen çok korkuyorsun. Adın ne senin?
— Mehmet’in oğlu Ahmet? Diye şaşkınlığını belirtti içlerinden biri.
Onun kadar ben de şaşkındım yeni duyduğum bu sesin sahibi karşısında. Sadece başımı salladım ve onayladım. Hiç konuşmadım.
-Demek Muhtar Mehmet’in oğlusun öyle mi? diye sürdürdü.
-Babanın durumu nasıl? Evde mi baban?
Ardı sıra bir sürü soru. Sanki babamı çok iyi tanıyormuş gibi söz ediyordu ondan. Gerçi babam muhtardı ve çevre köylerin hepsi tanırdı onu. İlk anın şaşkınlığına sıyrılmış, güvenli, ama yine de tedbirli bir ses tonuyla:
—He evdedir. Ne yapacaksınız? Diye sordum.
—Biraz işimiz vardı onunla, dediler.
Hiç inanasım gelmiyordu. Bu saatte babamla ne gibi işleri olabilirdi ki? Üstelik babam gerillalar ile görüşmeyeli yıllar olmuştu. Eski bir davaydı. Amcaoğlu Recep'in gerilla saflarına katılmasından sonra olmuştu ne olduysa. Onun katılmasını hiç istememişti. "Çoluk çocuğa karışmış koca adamsın. Ne işin var dağda? Sen önce şu çocuklarına bir bak. Madem dünyaya getirmişsin, sana burada kalıp onlara bakmak düşer" diyordu. Hiç gitmesinden yana değildi. O katılalı beri de gerillaya küsmüştü. Amcaoğullarından birini sorsalardı anlardım, ama babamı soruyor olmalarına bir türlü anlam veremiyordum. İçlerinden sadece bir tanesi konuşuyordu hep. Birden:
—Sen beni tanımıyor musun? Diye sordu. Şaşırmıştım. Nereden tanıyacaktım onu.
—Hayır, seni tanımıyorum.
—Peki, senin Recep adından bir amcaoğlun var mı? Diye sordu. Bir an için duraksadım. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Nereden biliyordu? Neredeyse bütün ailemizi tanıyordu. Sözünü ettiği amcamın oğlu Recep, altı yıl önce gerilla saflarına katılmıştı. Evden ayrılıp da gittiği günden beri yüzünü bir daha gören olmamıştı. O gün bugündür, evimize tek bir arkadaş uğramamıştı. Heval olduklarını söyleyen bu yabancılara durumu anlatıp anlatmamakta kararsızdım, ancak onca kaygım yersizdi, çünkü polis bile olsalar öğrenmek istediklerini bana sormadan çok daha kolay yollardan öğrenebilirlerdi. Nüfus kayıtlarını yoklayabilirlerdi. Örneğin; benden öğrenmelerine hiç gerek yoktu. "şimdi nerededir?" diye sorsalar da "İstanbul'da yaşadığını" söyleyip kurtulabilirdim. Kendimi toparlayarak daha büyük bir cesaretle:
—Evet var.
—Görsen tanır mısın? Diye sordu sonra. Görsem tanır mısın? Tuhaf... Gecenin bir yarsında çok ilginç sorulardı bunlar. En azından o zamanlar için bana öyle geliyordu. Aklımdan acayip şeyler geçmeye başlamıştı? Tam da; "İnsan amcasının oğlunu tanımaz mı?" diyordum ki, birden, "ya karşımdaki Recep ise" diye bir düşünce belirdi kafamda. Hemen el fenerine uzandım ve konuşanın yüzüne tutarak dikkatli bir şekilde inceledim onu. Oydu. Gözlerime inanamıyordum. Recep'ti. Deminden beri konuştuğum kişi, Recep'in ta kendisiydi.
-Görmeyeli çok değişmişsin! Gerçi bu karanlıkta yüzün de pek görünmüyor ya! Dedim, gülüştük. Uzun zaman olmuştu. Neredeyse sesini bile unutmuştum. Hemen boynuna atıldım ve sımsıkı bir şekilde sarıldım ona. İçim rahattı artık. "Kesin yanındakilerde hevaldir" diyordum. Onlara da sarılıp öptüm.
Tarla çok sulaktı. Her taraf çamur içindeydi. Öylesi yerleri sivrisinekler çok sever. Her tarafımıza doluşup rahatsız ediyorlardı. Arkadaşları bu işkenceden kurtarmak için onları eve buyur ettim.
—Haydi, eve gidelim. Siz şimdi yorulmuşsunuzdur. Gidersek biraz istirahat edersiniz, dedim.
Yalnız bir sorun vardı. Babam! Babam Recep'i görse bir kaşık suda boğabilirdi. Ne zaman ondan söz edilse çok sinirleniyordu. Sözümü değiştirip:
—Sizi amcamgilin evine götüreceğim, dediğinde:
—Yok olmaz. Sizin eve gideceğiz, diye tutturdular. Ben de onlara:
—Olmaz Heval! Babam "Recep'i bir görsem düşmana teslim edeceğim" diyor, dedim.
Yok efendim olur muymuş öyle şey, üzerinden nice sular akmışmış. Kızgınlıklar bu kadar uzun sürmezmiş. O da artık gurur meselesi yapıyormuş. Böyle dediler ve "illa sizin eve gideceğiz" diye tutturdular. Meğersem Recep babamın bu yaklaşımlarını daha önceden duymuş. Dediğine göre, babam ona, "bir daha o herifin yüzünü görmek istemiyorum!" diye bir de haber göndermiş. Aradan yıllar geçmişti belki, ama babam o günden bu yana çok fazla değişmemişti. Bunu onlara anlatmaya çalışsam da bana bir türlü inanmıyorlardı.
Aradan geçen altı yıl içerisinde Suruç halkı bir sürü acıya tanık olmuştu. Son yıllarda Gezgör arkadaşın yeniden gelişi halkı umutlandırmıştı. Artık davayı daha fazla sahiplenir olmuşlardı. Babam ise hala yerinde sayıyor gibiydi. Gerçi içinden geçenleri kimse bilemezdi, çünkü içindekileri nadiren dışa vururdu. Yaşı da buna uygundu. Duygularını kontrol altına alabilecek kadar engin bir yaşam tecrübesi vardı. Ara sıra Recep'in arkasından sövdüğü olsa da, bu eskisi kadar sık olmuyordu.
Evimiz, üç yüz metre ötedeydi. Eve doğru yürümeye başladık. Köy girişinde köpekler vardı, bir de evimizin önünde. Bizi duyunca hemen havlamaya başladılar. Elimle bir taşa uzanıp fırlattım. Taşı atar atmaz sustular. Gelen misafirlerle fısıldayarak konuşuyordum. Köy halkına hissettirmeden onları bizim eve ulaştırmalıydım.
Bizimkiler yaz aylarında dışarıda uyurlar. Ya damda, ya da bahçede, çünkü yazları evin içi çok havasız olur. Bahçe kapısının önüne vardığımızda yanımdaki misafirlere "biraz durup beklemelerini" söyledim.
"Bir şey olmaz, beraber girelim" deseler de kabul etmedim. Bahçenin giriş kapısının önündeki köpeğimiz uyuyordu. Yanından geçerken beni fark etti. Burnunu çekip kokladığını duyuyordum, ama hiç kıpırdamıyordu.
Evin giriş kapısının üzerindeki lamba gece boyu açık tutulurdu. Onu söndürmem gerekiyordu. Yoksa hem komşularımız, hem de babamlar yattıkları yerden uyansalar, içeride yabancı birilerinin olduğunu fark ederlerdi. O yüzden ilk işim o lambayı kapamak oldu. Ardından, yapay olduğu hemen anlaşılan bir öksürük sesiyle, gelen misafirlere içeri girmeleri için işaret verdim.
Köpek havlamaları ışığın söndürülmesi ve en son öksürme sesi... Hepsi üst üste gelince evdekiler şüphelenip uyandı. Gece yarısı saat bir sularıydı. Evdekiler tuhaf bir şeylerin döndüğünü anlamıştı. Arkadaşları çoktan içeri almıştım. Birden babam,
"Neler oluyor?" diye homurdanmaya başladı. Annem de uykusundan yeni uyanmıştı. O da bir şeyler mırıldanıyordu, ama söyledikleri pek anlaşılmıyordu. Sanki her an bir kavga kopacak ve ortalık karışacakmış gibi tedirgin bir hava içindeydim. Evimizin önündeki boş meydanda her an bir tantana kopacak ve köy ahalisi başımıza üşüşecek, diye korkuyordum. Babam bir kaç kez üst üste "kimdir o?" diye seslendiğinde önce ses vermedim. Ardından iyi bir şey yapmadığımı düşünerek;
—Baba benim, ben.
-Niye ışığı söndürüyorsun? Işığı yaksana oğlum, dedi.
Yalan söylemesini pek beceremezdim. O yüzden, doğrusu neyse onu söyleyecektim. "Baba hevaller geldi" diye seslendim, ancak yüksek sesle değil, fısıltıyla konuşuyordum. Annem hemen yatağından fırlayıp yanımıza geldi. Babam ise kendi kendine; "Ne hevali bu gece yarısı?" diye söylenip duruyordu. Yatağından kalkmış bize doğru geliyordu. Yalnız çok sinirli olduğu her halinden belliydi. Recep, işaret parmağını dudaklarının üzerine götürerek bana hiç karışmamamı tembihliyordu. Onunla birlikte gelmiş olan Kemal arkadaş da aynı şekilde. Kemal arkadaş aslen Suruçluydu.
"Babanı bende tanıyorum, öyle konuştuğuna bakma, duygusaldır" dedi. Kobanili olan diğer arkadaş hiç konuşmuyordu. Sanırsam biraz yabancılık çekiyordu. Annem yanlarına gelir gelmez hepsine aynı sıcak ellerini uzattı. Teker teker sarılıp içeri buyur etti.
"Hoş gelmişsiniz. Siz de hoş gelmişsiniz oğlum!" diye bir telaş, bir aceleyle gelenleri gizlice eve sokmaya çalıştı. Fısıldaşarak konuşuyorduk. Bir tek babam yüksek sesle bağırıyordu. Recep'i görünce açtı ağzını, yumdu gözünü.
-Ne işin var burada? Sana buraya gelmemen için haber göndermedim mi? Boyu devrilisice...
Daha da devam ediyordu. Annem onu zar zor tuttu. Neredeyse susması için yalvaracaktı ona. Kemal arkadaş araya girdi:
—Ayıp ediyorsun. Bir yeğenin gelmiş, onu da kovuyorsun. Onca yıldan sonra taş bile olsa değişir Muhtar Mehmet!
Yanlarına getirmiş oldukları Mahsum adındaki diğer arkadaşı göstererek:
—Bak bu arkadaşa! Taaaa Kobani'den buralara kadar gelmiş. Yazık değil mi?
Bütün bu tartışmalar olurken hala kapının eşiğinde dikilmiş duruyorduk. Herkes ayakta bekliyordu. Annem kollarından çekiştirerek içeri girmeleri gerektiğini hatırlatıyordu. Misafirleri arka odalardan bir tanesine aldık. Anneme dönüp:
—Siz biraz oturun. Ben çay yapmaya gidiyorum, dedim. Babam bütün sinirini benden çıkarırcasına:
—Zıkkım yap! Gidin cehennemde oturun, dedikten sonra kapıyı çarpıp dışarı fırladı. Biraz dolaşıp tekrar döndüğünde bir başka odaya geçti. Onu tanıyanlar bu haline hiç şaşırmıyordu. İçlerinden onu tanımayan bir tek Mahsum arkadaştı. Karşılaştığı bu tablo karşısında ne diyeceğini bilemeyen bir ifade yüz çizgilerine tümüyle yansımıştı. Recep:
-Ben amcamı tanırım. O öyle şimdi göründüğü gibi değil. Bu o değil. Biraz sonra pişman olup kendisi gelir, dedi. Kendinden eminmiş gibi konuşuyordu.
Yemekler yenmiş, çaylar ikinci kez içilmişti, ama babam hala ortalıkta yoktu. Neredeyse sabah oluyordu. Son olarak ortalığa savurduğu küfürler, sanki vurulmuş birer tokat gibi hala kulaklarımızda yankılanıyordu. Recep, babamın gelmeyişine oldukça içerlemişti. Bize hissettirmemeye çalışsa da halinden anlıyordum. Dayanamayıp:
-O gelmeyecekse ben giderim, dedi sonunda. Annemin kolundan tutup çekiştirerek; birlikte yan oda da kalan babamın yanına gittiler. Odaya girer girmez konuşmaya başladılar. Sesleri bize kadar geliyordu. Recep'in sesi belirgindi; Ayıptır amca! Sen ne iş yaptığımızı biliyor musun ki? ile başlayan konuşmasının volümü giderek düşüyordu. Öyle bir an geldi ki, ne konuştuklarını duyamıyordum artık. Yalnız merak ediyordum dayanamayınca kapıyı çalıp, yanlarına gitmek için müsaade istedim. Odaya girdiğimde karşılaştığım manzara ilginçti.
Recep, babamın dizlerinin önüne oturmuş ve ellerini sımsıkı bir şekilde avuçlarının arasına almıştı. Babamın çok değil, sadece bir iki saat önce, bir buz kütlesinin ardından bakar gibi bakan gözleri, şimdi ıslaktı. Sarf ettiği onca küfürden sonra pişmandı sanki.
Recep onu nasıl etkiledi bilmiyorum, ama geceye doğan güneş gibi geldiler. Ve o sabah, daha her taraf aydınlanmadan Harran ovasından yürüyerek, sessizce ortadan kayboldular.