Benden Önce Büyüdün

Şahadetinin üzerinden 19 yıl geçti. Meçhullerin içinde bulmaya çalıştığım bir tarihte. 3 Haziran 1992 Haftanin Cudi arasında bir vadide kaldın. Bildiğim hâlâ orada olduğundur. Belki de bekliyorsundur. Olan bitenin aydınlanmasını ve bilinmeni bekliyorsundur. Ya da bilemediğim, bilemediğimiz daha çok şey olmuştur. Beni de bu bilinmezlikler kilitledi belki de. Olur da başka ihtimallerin olabildiğinden değil, yüreğimin akmak istemesinden. Bir bildiği vardır diye uyuyorum geceleri. Kalemimi elime alıp seni yazmaya başlamam kabullenmemin de bir belgesidir biliyorum. Demek ki zamanı gelmiş de, belki de çoktan geçmiştir. Gecikmiş bir anmanın özeleştirisini mi vermem yoksa ilk gün gibi taze olan yaramı sarmam mı gerekiyor bilmiyorum. Her halükarda kabul ediyor, yolunun yolcusuyum diyor ve kısmen de olsa ben de bıraktıklarını paylaşıyorum. Paylaştıkça çoğaldığına inanıyorum.

Aslında içinde olduğun bölüğün sınırı geçerken pusuya düştüğünü ve çok az arkadaşın kurtulduğunu duyduğum gün, acını iliklerime kadar hissetmiştim. Kimse adını söylemedi ama şahadetinden iki gün sonra bunu bütün belleğimle hissetmiş, atış talimi yaptığımız o gün silahlardan korktuğum halde hiç tereddütsüz silahı almış ve birinci olmuştum. Şahadetin mücadele kararlılığımın temelini oluşturdu. Ama yine de anladığıma inandım. “Belki” yi hep sıkı sıkı tuttum.

Birkaç gün önce ayrıldığın Ş. Mahir Kampın’a ben de yeni gelmiştim. Görüşemedik. Aslında birkaç gün önce aynı yerde aynı patikadan geçmişiz. Senin grubun Xantur dağının dik patikasından aşşağı doğru inerken, biz de sizin geçeceğiniz Cudi yolundan gelmişiz. Aynı saatlerde Xantur dağının yamacındaki patikadan Anakarargaha gidiyorduk. Aramızda belki de birkaç metre vardı. Ya da birkaç ağaç. Sizin grup yola biraz daha erken çıksa ya da bizim grup Geliye Pisaxa’da oyalansaydı, ayağım burkulsaydı mesela, görüşebilecektik. Birkaç dakikalık zamanımız da olsa anlardık hallerimizi, bilirdik nasıl yoldaş olduğumuzu ve neler yapabileceğimizi. Belki de daha iyi bilirdik birbirimizi. Aramıza giren birkaç ağaç, büyük bir kaya ya da küçük bir virajdan habersiz ayrıldı yollarımız. Ebedi kopuş öncesi sadece o kadar yakınlaşabildik. Bu kadar yakın farkındalığı sonraya ertelenmişti.

Haftani’e gelir gelmez hiç bilmediğim halde orada olduğuna kesin bir inançla sordum herkese. Kodunu bilmiyordum. Olabildiğince açık tariflerime karşılık “Fırat” dediler. Bir de Spartaküs denilmesinden hoşlanıyormuşsun. Fırat Spartaküs diyorlardı. Yeni savaşçı eğitimini Ş. Berivan kampında tamamlayıp pratik birliğe geçtiğini eklediler. Karlı yolların açılmasını Ş. Mahir kampında beklemişsin. Sen de beni anlatmıştın arkadaşlarına. “Biliyorum o da gelecek, bekliyorum” demişsin. Anlamıştın ikimizin hayatının hep aynı kulvarda geçeceğini. Bilgeliğine hayran kalmıştım. Bekletmemeye çalıştım, geldim ama daha görüşmeden…

Diğer kardeşlerimizden farklı olarak ikimizin kaderi hep etkilemişti birbirini. Benden 1,5 yaş küçük olmana rağmen babam okula kaydetmek için ikimizi birlikte götürdü. Seydişehir’de geçen uzun ve zorlu kış aylarını okula giderken birlikte karışılayalım diye. “Elele tutuşur gidersiniz” diyordu. Ama okul müdürü yaşın tutmadığı için kabul etmedi seni, “onu seneye alırız” dese de babam karlı yolları el ele geçmemizde kararlıydı. “Madem küçüğünü almıyorsunuz o zaman ikisi de bekler seneye birlikte giderler” demişti. Ya sen bir yıl erken başlayacaktın ya da ben bir yıl geç. Birincisi denenmiş sonuç vermemişti. O zaman diğeri olacaktı. Bir yıl okula kaydolma yaşını bekledim. Hep aynı elbiseleri aldılar bize. Renkleri farklıydı sadece. Kahverengi kadife pantolon, mavi kazak benim, lacivert kadife pantolon, kırmızı kazak senin. Normalde kazakların rengi tersi olmalıydı ama kırmızı hep sana, mavi de hep bana alınıyordu nedense. Saçlarımızı aynı berberde aynı tarzda kestiriyorlardı. Masum ciddiyetimizle çekilen çocukluk fotoğraflarımızada ikiz gibi dururduk. Senin bodur tombul vücudun ile yeşilimsi gözlerin ve benim seni aşan boyum birlikteyken fazla göze çarpmazdı. Tombul gevşek vücudunla çok savunmasız durduğundan koruma görevini üstlenmiştim. Düşüp bacağını kanatsan, bacağımda sızısını hissediyordum. Okula ulaşmak için geçmek zorunda olduğumuz otoyolda sana araba çarpma ihtimaline karşı hissettiğim korku, bana çarpma ihtimalinde hissettiğim korkuyla aynıydı. Sanki iki can gibi. Sana bir şey olursa bana olurmuş gibi. Hâlbuki kavga ettiğimiz de oluyordu.

Mardin’e kesin dönüş yapmamız kimlik ve kişilik şekillenmemizin rotasını değiştirdi. Seydişehir’de Kürt olduğumuz için yabancıyken, Nusaybin’de dışarıdan geldiğimiz için yabancıydık. Sen çok fazla orada kalmadın. Hemen tercihini kültürel bağlarından yana yaptın. Bir Mardin’li gibi yaşamak, kaynağına geri dönmekti. Mesela artık zaruri yerler dışında Türkçe konuşmuyordun. Benim Türkçeme de kızıyordun. Mardin’liler Türkçeyi nasıl konuşuyorlarsa biz de öyle konuşmalıydık. Yani küçük kardeşim benden önce büyüyordu. Bilinçli bir yönelimdi sanki. Ama bir de erkek olmana bağladım biraz. Mardin’de toplumsal cinsiyet rolleri daha belirgindi. Ya da biz toplumsal cinsiyet rollerini öğrenmeye Mardin’de başladığımız için bize öyle geliyordu. Daha dar sınırlarda yaşayan kadınlar kendilerinde var olanı yaşatma alanını kapalı tutabiliyorlardı. Oysa erkek kardeşim yeni sosyalitenin her an içinde olmak ve burada varlığını geliştirmek durumundaydı. Toplumsallaşmanın bu olumlu yanı erkenden duyarlılıklarının güçlenmesini sağladı. Büyüdükçe duyarlılığı sorumluluğa dönüşüyordu. Aileye karşı sorumluluk, halkına karşı sorumluluk, kültürüne karşı sorumluluk. Çocukken koruduğum gevşek, tombul bedenin, yükü de ağırlaşıyordu sanki. Yükünün bilincinde olarak güç kazanmaya çalışıyordu. Ya da arkadaşlarıyla olmak okuldan daha önemliydi. Belki de kendisi için orada bir gelecek bulamadığındandı. Ya sorumluluklarını yüklenecekti ya da okula gidecekti. Ertelemedi. Hep okulu astı, arkadaşları gibi kavga etti, onlar gibi eylem yaptı. Hatta onlardan eylem yapmayan, halkının özgürlük yolunda ilerlemeyenler olunca başka arkadaşlar seçti. Yani sadece bulduğunu değil, aradıklarını da yaşadı. Yapabildiği kadar…

Tam da serhildanlar süreciydi. 80’lerin sonu 90’ların başı. Daha ondört yaşındayken gözaltına alındığını hatırlıyorum. Devletin binalarından birine bomba atmakla suçladılar. Gerçekten sen mi yapmıştın bilmiyorum. Ama yaşadıklarından sonra anlattıklarından –açık vermemeye çalışsan da- senin de o grup da yer aldığını anlamıştım. Düşmanın inanılmaz işkencelerine rağmen hiç konuşmamıştın. Onlar da senin yaşında birinden böyle bir eylemi beklemediklerinden, gözaltından sonra serbest bırakmışlardı. Eve geldiğinde tanınmaz haldeydin. Serhildanlara koşardın. Bir yerden silah sesi mi geldi, geç kalmış gibi fırlardın. Eylemleştikçe sözün azaldı. Neredeyse konuşmaz oldun. Sadece sözünü eyler oldun. İçine kapandığını, sorunların, sorumlulukların ağırlığından bunaldığını düşündüm. Ama sözün zamanı olmadığını anladım sonra. Demek sözlerin zamanı ile eylemin zamanı da varmış. Daha o yaşta anladın ve uyguladın. O kadar güçlüydü ki bu tavrın belleğime en fazla öyle kazındın. Sessizce, aceleyle gidişin takılır gözlerime ya da o görüntü hep oradadır. Ben de arkandan bakarım. Son görüşüm de öyle oldu. Benim tişörtümü giymiştin. Yeni yeni genişleyen omuzların ve uzamış boyunla beyaz tişört sana daha çok yakışmıştı. Dağlara benim tişörtümle gitmen benim de yolumu işaret ediyordu. Sanki, sanki o tişört aracılığıyla beni de getirmiştin dağlara. Ben de seninleydim. İşarete uydum ve takip ettim. Halkına, özgürlüğüne ve tabi kendi özüne ulaşmanın yolu dağlardan gidiyordu. Bu nedenle hiç tereddütsüz PKK’li oldun. Hiç tereddütsüz, sessizce ve arkana bakmadan bütün özlemlerini yüreğinde dağlara taşıdın. Yükünü yoldaşlarınla paylaşacak, kavganla özlemlerini “olur” yapacaktın. Herkes taşıdığı hayalleri, sevgileri, acıları ve öfkeleri yüklenerek geliyordu zaten. Bir oluyor tüm yürekler, sen büyüyorsun, yükün büyüyor, sen biz oluyor, yürekler tek oluyor.

Kod: Fırat Spartaküs

Ad-soyad: Servet Ayaz

Doğum tarihi ve yeri: 1974-Seydişehir-Konya

Katılım: 1992 baharı

Şahadet tarihi: 3 Haziran 1992-Dola Şehidan

Ne kadarını paylaştın bilemiyorum. Ne kadarına zamanın yetti. Hangi yoldaşının yükünü hafiflettin, ortak oldun. Dağlardaki o kısacık ömrüne neleri sığdırdın, bilemedim hiç. İlk katıldığın dönemde tanıyan birkaç kişi dışında seninle aynı mekânı paylaşan çok az insan gördüm. Bazı ipuçları verdiler. Seni olduğun gibi anlatmaları mümkün değildi. Hayatın verdiği süre o kadarmış. Dağların sırlarından biri olun. Yıllarca aradım, arattım, soruşturdum ama bu gerçeği değiştiremedim. Ne bir fotoğrafını bulabildim ne de sana ait bir parça eşyayı. Seni gerilla kıyafeti içerisinde göremedim, hayal etmeye çalıştım. Yıllar geçtikçe tanıyanların söylediği bir-iki küçük bilgiyle yetinmek zorunda kaldım. Sonucu değiştiremediğim için kendime kızdım. Ama sonra halkımın binlerce meçhul oğlunu ve kızını duydum, gördüm, tanıdım. Daha sivil kıyafetlerini çıkaramamış, dağlara ulaşamamışları, ilk eğitimlerinde yitirilenleri, ilk eyleminde düşenleri, içini dökemeyenleri, sesini duyuramayanları… Bizim gruptayken daha gerilla kıyafeti giyememiş, yolda mayına basan Siirt’li Davut arkadaşı bildim mesela ve sineme çektim. Madem davamız ortak, o zaman yekvücut oluyoruz. Ben Davut’um, Fırat’ım, Dersim’im, Ayfer’im. Öyle ki yitenler yaşar, acılar avunur. Şehitler ölmez, yaşayanlar çoğalır.

Sen bazı arkadaşlara göre belki de anlatabildin kendini, verilen ipuçlarından anladım. Yeni savaşçı eğitiminde konuşkan, canlı ve hatta çok sosyal olduğunu söylüyorlardı. Seni çok seven bir arkadaş, yıllar sonra senden söz ederken gözyaşlarını azad ederek çok paylaşıma açık, rahat ve samimi olduğunu söylemişti. Demek ki içe kapanıklığını aşmış, içini dökmüştün. Demek yükünü paylaştıkça çoğalmış, kendini bulmuştun. Daha ağır sorumlulukları yoldaşlarınla birlikte yüklenmenin güvenini ve rahatlığını yaşamıştın belki de. Demek dağlarda aradığını bulmuş, bulduğunu vermeye gelmiştin. Büyük bir heyecanla başladığın yolculuğunda benim birkaç metre uzağımdan geçmişsin. Sırrını tümüyle çözemesem de yanımdan kararlı, coşkulu ve heyecanlı geçtiğini bilmek güzel.

Cudi’ye yaklaşmışken aradaki yolu gece karanlığına kesemediğinizi, bir vadide dinlenmek zorunda kaldığınızı söylediler. Grubu farkeden çetelerin düşmanla birlikte stratejik yerlere kurularak çevrenizi sardıklarını da. Çatışma başladığında askerden çok, daha görmediğiniz kobra helikopterlerinin ateşi darbelmiş grubu. Bir gün süren çatışma soncunda 27 arkadaş şehit düştü, 8 arkadaş da –çocuk yaştaki arkadaşlar- ele geçmişti.

27 can ayrılmadınız yerinizden, orada kaldınız. Oraya adınızı verdiniz. Eskiden adınız var mıydı bilmiyorum ama şimdi Dola Şehida deniliyor vadinize. Şehitler vadisi. Bir toplu mezar artık, birlikte yattığın yoldaşlarınla bir gün şehitliklerimize getirilmeyi bekleyerek. Toplu mezarların açıldığı şu son süreçte umutlar biraz daha arttı. Açılacak ve aydınlanacak.

Bu umudumu koruyarak yolunun takipçisi olmaya devam ediyorum. Ben de bıraktığın suretini olduğu gibi koruyorum. Derin yeşilimsi gözler, yeni yeni terleyen sakallarının arasından gülümseyen gamzeler ve uzun boyunla duruyorsun hâlâ. Hep böyle kalacaksın.

Özlemle kucaklıyor ve gamzelerinden öpüyorum.

Yoldaşın, kardeşin

Tekoşin Ozan