Zilan'ı Doğru Anlamak

Zilan (Zeynep Kınacı) yoldaş, o büyük tarihsel eylemine yönelmeden önce, Parti Önderliği'ne yazdığı mektubunda, "Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibisehit zilan olmak istiyorum" diyordu. Bu sözlerde ifadesini bulan gerçeğin O'nun eyleminin bütün içeriğine damgasını vurduğu kesin. Bu satırlarda, intihar eylemi adı verilen bir eyleme hazır bir insanın ruh halini bulmak olanaksız. Zilan yoldaşın eyleminden habersiz biri bu satırları okuduğunda, bombalarla donattığı bedenini işgalci düşman birliğinin arasına dalıp patlamak üzere zamanla yarışan bir büyük devrimciyi asla kafasında canlandıramaz. Onu ölüme en uzak insan olarak tasarlar ve bunda yanılmış da olmaz. Gerçekten de burada bambaşka bir ruh hali içinde bulunan ve tepeden tırnağa yaşam kesilmiş gencecik bir insan var. Dopdolu geçirdiği üniversite yıllarını başarıyla geride bırakmış bir genç kız düşünün: Öğretmenleri ve okul arkadaşlarının takdirini kazanmış çalışkan bir öğrenci olmasının karşılığını okul birincisi gelerek almış; tören kalabalığı önünde diplomasını dekanın elinden aldıktan sonra, seyircilere ve öğrenci arkadaşlarına adeta geleceğe ilişkin yaşam projesini açıklıyor. Bilinçli ve emek-yoğun çabalarının üretken sonucuna bakarak, başaracağından emin, coşku ve inanç dolu bir genç kızın yaşam kokan tablosunu çiziyor. Önünde belki zorlu yıllar var. Ama o yaşamı sürekli bir mücadele olarak bellemiş ve bu kavgadan zaferle çıkacağını bilerek konuşuyor. Zilan yoldaşın görkemli ruh hali gerçekten böyledir. O, TC'yi derinden sarsan eylemine hazırlanırken, ebedi yaşam yolculuğuna çıktığını çok iyi biliyor. Zamana başarı ve zafer sunmakta iddialı; zamanı müthiş bir yoğunluk halinde yaşıyor ve değerlendiriyor; sözlerinde büyük güç fışkırıyor.
Yaşama karşı takınılan tutum, hele bir de yaşama kasteden çılgın soykırım uygulaması altında bir tükeniş durumu sözkonusuysa, bir devrimcinin en belirgin özelliğini oluşturuyor. Yaşama saygı duymak ve hakkını vermek şart; bu yoksa devrimci olunamıyor. Mevcut yaşam biçimini sorgulamak, soysuzlaştırılmış ve tümüyle çirkinlikten ibaret bir yaşam veya yaşam dışı durum karşısında zapt edilmez bir öfke duymak, buradan insanın gerçek doğasıyla uyum halindeki bir yaşam uğruna başarılı bir savaşım verme sonucunu çıkarmak ve böylesi bir yaşamı kendi kişiliğinde gerçekleştirmek bir devrimcinin en temel varlık gerekçesi oluyor. Zilan yoldaşın kişiliğinde bu çok nettir. Tanrısal nitelikteki yaşama tutkulu bağlılık, onun sözlerine olduğu kadar eylemine de çok güçlü bir biçimde yansıyor. Büyük yaşam manifestosu özelliği taşıyan mektubuna son noktayı koyduğunda bile, "Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum" diyor.
Zilan yoldaşın eylemi, özgürlük ve eşitlik temeli üzerinde yükselen yeni yaşama çağrıdır. Denilebilir ki bu eylemin içinde hiç bulunmayan şey ölümdür. Bir örneğine daha tanık olunması olanaksız zalim bir sömürgeci egemenliğe karşı savaşan bir halkın ölüm kalım mücadelesinde en yaşamsal görevi başarmaya çalışan ve başaran biri için öldü diyebilir miyiz? Onun eylemine intihar eylemi adını vermemiz doğru olabilir mi? Bu halkın bağımsızlık ve özgürlük davasına en büyük gücü katan ve zaferi kesinleştirecek ölçüde katkıda bulunan bir devrimci için ölüm nasıl bir şeydir. Bir düşünür, "Eğer ölümün ruhunu gerçekten kavrayabilmek istiyorsanız, kalbinizi tam anlamıyla hayatın gövdesine açın" diyor. Zilan yoldaşın yüreğini tam anlamıyla gerçek ve en yüce bir yaşamın gövdesine açmadığını kim iddia edebilir? O biraz da yaşamın kendisi sayılacak kadar yaşam dolu bir eşsiz insan, adeta yaşama hükmeden bir tanrıçadır; insanın doğasına yaraşır bir yaşamın soylu koruyucu ve kollayıcı gücüdür; kutup yıldızı gibi, herkesi kendine çağıran yolu gösteriyor.;
Yaşamın anlamını kavramaktan aciz olanlar ve yaşamdan nefret edenlerin, büyük eyleme kalkışmak için hiçbir gerekçeleri yoktur. Böylesi kimseler için yaşam bir yüktür ve bir an önce bu yükten kurtulmak isterler. İntihar, aslında yük saydıkları yaşamdan kurtulmak için çırpınan kimselerin bulduklarına inandıkları bir çözüm yoludur. Ancak yaşamı ve insanları sevmek, kişiyi büyük eylemin sahibi olmaya götürebilir. Bütün büyük devrimcilerin gerçekliği budur. Zilan yoldaşın ardılı olduğunu söylediği büyük devrimcilerde de yaşam karşısında aynı kararlı tutumu görmek zor değil. Burada hemen Kemal Pir yoldaşın sözleri akla geliyor. Kemal yoldaş da bedenini eriterek sürdürdüğü ve zaferle taçlandırdığı o büyük 14 Temmuz eylemi sırasında "Biz yaşamı uğruna ölünecek kadar seviyoruz" diye haykırıyordu. O'nun bu haykırışı Zilan yoldaşın anlamlı sözleriyle tamamen çakışıyor. Bunun bir rastlantı olmadığı açık. Büyük devrimcilerin dili ortaktır ve bu da özgürlük dilidir. Zilan yoldaş her şeyiyle o görkemli özgürlük dilini konuşuyor.
Zilan yoldaşın düşüncesi ve eyleminde 'anlamlı bir yaşam' gerçeğinin bu ölçüde çarpıcı bir biçimde kendisini ortaya koymasının ülke, ulus ve insan gerçeğimizle kopmaz bağı sözkonusu. Kuşkusuz Zilan yoldaş Kürt halkının bağrından çıktı ve bu halkın tarihinden süzülüp gelmiş, ancak dışa yansımayacak kadar derinliklerde bir yerde saklı kalmış en olumlu özelliklerini gün yüzüne çıkarıp temsil ediyor. Halkına son derece bağlı; onun istediği gibi konuşturamadığı güzelliklerinin temsilcisi ve yüksek sesle dillendiremediği özlemlerinin tercümanı olarak tarihteki yerini alıyor. Halkın yüreğinin dili olmalarını istediği yoldaşları adına tüm dünyaya haykırıyor: "Barışa, kardeşliğe, sevgiye, insana, doğaya ve yaşama en çok sevgi dolu olan biziz. Bu sevgidir bizi savaşa zorlayan. Ölmek ve öldürmek istemiyoruz" diyor. Hemen ardından, "Ama özgürlüğümüzü kazanmamızın da başka yolu yoktur" diye ekliyor. Kendisi sadece Kürt halkının da değil, tüm insanlığın yüreğinin dili olmuş; insanlığa görevlerini hatırlatıyor. Faşist TC devletinin Kürt halkının kaderi haline getirmek istediği zulüm, kan ve gözyaşı politikasına karşı tüm insanlığı tutum belirlemeye çağırıyor. "Susmak en büyük suçu işlemektir. Eğer gözlerinizin önünde akan bu kanı görüyor ve sessiz kalıyorsanız, en büyük suçlu sizlersiniz" diye uyarıda bulunuyor. Bir bütün olan insanlığın en kadim parçası insanlık dışı yöntemlerle tarihten silinmek istenirken, insanlığın suskun kalmasını kesinlikle kabul etmiyor.
Zilan yoldaş, Kürt halkının PKK önderliğinde yükselen diriliş mücadelesi öncesindeki gerçekliğine de parmak basıyor ve onu "bir bütün olarak ulusal yok oluş sürecini yaşayan, soysuzlaşmanın eşiğine getirilen", "ulusal değerlerini, beynini, ruhunu, öz kimliğini düşmana kaptıran bir halk" olarak tanımlıyor. Daha da ileri gidiyor; "sadece kimliği değil, beyni de egemenler adına çalışan, ona hizmet eden, onun için savaşan ve giderek hayvanlaşmanın eşiğine getirilen ve emperyalizmin de hizmetine sunulan" bir halk gerçekliğinden söz ediyor. "Yurtseverlik rolünden uzak, düşmana tabi, vatansız, tarihi egemenler tarafından yok edilen, gerçek aydınlarını istenilen düzeyde çıkaramayan yitik bir ülke ve halk gerçekliği" ile yüz yüze bulunduğumuzu belirtiyor. PKK'nin öncülük ettiği mücadelesiyle böyle bir halkı tarihte ilk defa yücelterek hak ettiği yere getirdiğini söylüyor. Bunun mucize türünden bir gelişme olduğunu çok iyi biliyor. Bu mucizeyi gerçekleştiren tarzın sahibi olan Parti Önderliği'ni en iyi anlayan bir konuma ulaşmış ve zaten Başkan Apo'ya hitap ediyor. Kullandığı sözcükler yüreğinden sökün edercesine sevgi yüklüdür. "Bizler sizin bitmez tükenmez emek ve çabalarınıza karşılık canımızı bile versek yeterli değildir. Keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı" diyerek en soylu bağlılık biçimini sergiliyor.
Kuşkusuz bu değerlendirmeler çok büyük bir önem ve değer taşıyor. Çünkü bu sözler sıradan bir insanın ağzından çıkmıyor veya tanıdık bir gözlemcinin eliyle beyaz kâğıda dökülmüyor. Tahripkâr bir sömürgeci egemenlik altında yaşayan halkının özgürlük isteminin yüce ifadesi olmuş ve bunu görkemli eylemiyle kanıtlamış eşsiz bir militan tarafından dillendiriliyor. Bu kadar kesin ve çarpıcı değerlendirmelerin sahibi olan Zilan yoldaş, büyüleyici bir yaşamın temsilcisi ve sözcüsü olarak, değiştirilmesi gereken acı ve utanç verici bir gerçekliği gözlerimizin önüne seriyor. Kişiyi büyüten şey, kendi davasının tartışılmaz büyüklüğü kadar, değiştirmek üzere yola çıktığı objektif gerçekliğin korkunç zorlukları oluyor. Bu büyük devrim şehidine bağlılık, bu sözlerin dile getirdiği gerçekliğin doğru kavranmasını ve tutarlı bir cevap haline gelinmesini gerektiriyor.
Soykırım sözcüğünü sıkça kullanıyoruz. Ama içerdeki dehşet verici gerçeği bilerek ve tüm çıplaklığıyla kavrayarak bu sözcüğü kullandığımız söylenemez. Hele ruhsal planda ve duygu boyutunda bu sözcükten çok fazla etkilendiğimizi iddia edemeyiz. Kimi zaman da aynı sözcük bizde esas olarak Hitler'in yaptığı soykırımları çağrıştırıyor. Veya kardeş halkların, Ermeniler ve Süryanilerin uğradığı mezalimi anımsıyoruz. Gaz odalarına doldurulan insanların sistematik bir kırım planı çerçevesinde gaddarca ortadan kaldırılması aklımıza geliyor. "Etnik bir topluluğun sistematik bir biçimde yok edilmesi" olarak tanımlanan soykırım, çoğunlukla fiziksel imha girişimlerini akla getiriyor. Soykırım suçuyla itham edilen Türk egemenleri, soykırımın önüne bir "sözde" sözcüğünü eklemeyi çok severler. Belki ağır gelecek, ancak Kürt halkına karşı yapılan soykırım uygulaması karşısındaki duruşumuz "sözde" kalıyor. Bu soykırım uygulamasının kesintisiz devam etmekte olduğunu düşünürsek, bunun hiç de haksız bir yargı olmadığını kabul etmekte zorlanmayacağız.
Ne soykırıma ilişkin bilgimizin, ne de ruhsal tepkilerimizin Türk egemenlerinin soykırım pratiğini izah etmeye yetebildiğini kesinlikle söyleyemeyiz. Deneyimli bir gazeteci, duyarlı bir belge yazarı ve romancı olan Eduardo Galeano, belki de Latin Amerika örneğinde yerli halkların yok ediliş olgusunu yakından tanımış olmasının sağladığı bilinçle soykırım olgusunu son derece çarpıcı sözcüklerle ortaya koyuyor. "Soykırım planı: önce otu biçmek, canlı olan son bitkiye kadar her şeyi kökünden sökmek. Toprağı tuzla sulamak... Sonra otun belleğini öldürmek. Bilinçleri sömürgeleştirmek için onları yok etmek; yok etmek için, geçmişlerini boşaltmak. Bölgedeki tüm sessiz tanıkları, hapishaneleri, mezarlıkları ortadan kaldırmak. Anımsamak yasaktı." Burada plan düzeyinde ele alınan soykırım Kürdistan'da neredeyse harfiyen ve hiç sapmaksızın hayata geçirildiği rahatlıkla belirtilebilir. "Otun belleğini öldürmek. Bilinçleri sömürgeleştirmek için onları yok etmek; yok etmek için, geçmişlerini boşaltmak", Kürdistan gerçeğinde en yıkıcı soykırım uygulamasını ifade ediyor. Zilan yoldaşın kişiliği ve eylemi, böyle bir soykırım uygulamasına karşı yaşamı savunma ve zafere götürmenin adı oluyor.
Başkan Apo yaptığı son çözümlemelerinden birinde, "en bozulmuş neslin en basit fiziksel üreticileri" diye bir tanımlamada bulunuyor. Buradaki tanımlamada Kürt erkeği en bozulmuş nesli anlatırken, kadın da bu erkeğin neslini sürdürmesini sağlayacak basit üretici olarak ortaya çıkıyor. Bozulmuş nesil yaşamın anlamından habersizdir; vatansız, kimliksiz, özgürlüksüz, tarihten habersiz, donmuş bir yürek ve silinmiş bir bellekle toprağın üstünde gezinebildiğinde 'yaşıyorum' diyebiliyor. En rahatsız edici ve tiksindirici koşullarda kendini rahatlığın pamuktan ellerine ve demirden yüreğine terk edebiliyor. Kimlik olmayınca, gururdan da söz edilemiyor. Tarih bilinci ve ulusal bilinç yok olunca, ulusal gurur da yitip gidiyor ve utanç duygusunun yaşanması mümkün olmuyor. Doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayırt etme yetisini yitirmiş kimsede vicdan yoktur. Vicdan olmayınca, ne utancı ne de gururu yaşayabiliyor. Gerçekte ise böylesi bir tip hiç yaşamıyor.
Başka yerde de üzerinde duruldu: Tehcir, yani göçertme, Kürdistan'da uygulanan soykırım pratiğinin önemli unsurlarından biridir ve mevcut durumda düşmanın tarafından ısrarla sürdürülüyor. "Kök kazıma"nın bir türü de budur. Sürgün; topraktan kopartmak, yaşamın üzerinde yeşerdiği zeminden söküp çıkarmak ve köksüzlüğe mahkûm etmek demektir. Vatan sürgünü olan aynı zamanda yaşamın da sürgünü durumuna düşürülüyor. Bu ikili sürgün olgusu, Kürdistan'da uygulanan Türk soykırımının en belirgin özelliğini oluşturuyor. Böylesi bir soykırım sürecine alınmış insanda ölümün nerede başladığı ve yaşamın nerede sona erdiği tümüyle birbirine karışıyor.           En sıradan bir doğal fiziksel ölümün bile bir anlamı var. Fiziksel açıdan bakıldığında, her doğum aynı zamanda bir ölüm yolculuğudur. Ancak burada sözkonusu olan en anlamsız bir ölüm biçimine mahkûmiyettir. Buna kölece yaşam demek bile zordur. Değerli bilim adamı İsmail Beşikçi'nin "Kürdistan sömürge bile değildir" sözleri, Kürdün köle bile olmadığı gerçeğiyle aynı anlama geliyor. Kürt insanı, bir kölenin sahip olduğu yaşam düzeyinin de gerisinde, bir örneği daha zor bulunur bir yaşam biçiminin tutsağıdır. En korkunç olanı ise tutsak olduğunu bilmemesidir.
"En bozulmuş nesil", yaşayıp yaşamadığı belirsiz insanlar topluluğudur; özellikle bu topluluğun erkeğidir. Erkek denilince aslında hemen akla iktidarın gelmesi gerekiyor. Çünkü sınıflı topluma geçişle birlikte yaşanan tarih esas olarak erkeğin egemenliğini anlatıyor. Her sınıflı toplumun egemen gücü erkektir. Egemenlik kurmak ya da iktidar olmak, kuşkusuz sadece kadın üzerindeki egemenlikle sınırlı değildir. Elbette egemenliğin sınıfsal boyutu da var. Ancak egemen sınıf, esasta erkek egemenliği ile aynı anlama sahiptir. Egemen sınıf içindeki kadının da egemen olduğunu söylemek oldukça zor. Sınıflı toplum gerçeği, erkek egemen toplum gerçeğidir. Erkek denilince, akla iktidarın gelmesi de bu yüzdendir.
Kürdistan gerçeğinde bu genel doğrunun gerçekliliği kalmamıştır. Kürt erkeği düşman tarafından korkunç bir biçimde güçten düşürülmüş, iğdiş edilmiş ve iktidarsızlaştırılmıştır. Bütün iktidar mevzilerinden kovulan Kürt erkeği, Başkan Apo'nun deyişiyle karılaştırılmış erkektir. İktidar gerçeği muktedir olmayı, kuvvet ve kudret sahibi haline gelmeyi gerektirir. Oysa en değme Kürt erkeği bile sıradan bir düşman askeri karşısında çaresizdir. Özellikle ülkemizin ulusal direniş tarihi öncesindeki erkeğin durumu tamı tamına budur. Bu iktidarsız erkeğin kendini iktidar yapabileceğine inandığı tek bir alan kalmıştır: Bu da ailedir. İktidarsız erkek, aile içinde kadın ve çocuklar üzerinde en çarpık bir iktidar biçimine yönelmekte; böyle bir ortamda en iktidarsız haliyle iktidar olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Köle bile olmayan erkek ve böyle bir erkeğin kölesi bir kadın, Kürt’ün trajedisidir. Kürt’ün tükenişini böyle bir aile gerçeği ortamında görmek hiç de zor değildir. Bir özel mülkiyet kurumu olarak aile, genelde bir olumsuzluğu ifade etse de, Kürdistan somutunda Kürt’ün en büyük kördüğümüdür. Kürt’ün kaderi bu kördüğümün mutlaka çözülmesine bağlıdır. Kürt gerçeği bütün çıplaklığıyla görülmek ve köleliğin bile gerisinde seyreden statüsü anlaşılmak isteniyorsa, buradan yola çıkılması şarttır.
Kürt gerçeğinde ihanetin içselleşmesi ve ulusal ve toplumsal bünyeyi acımasızca kemiren kanserden beter bir hastalık haline gelmesi de bu gerçeklikle bağlantılıdır. Böylesi bir kurumun işlevi, en bozulmuş bir soyun sürdürülmesini sağlamaktan ibarettir. Tamamen içgüdüsel özellikler taşıyan bu soy sürdürme biçimi canlı doğanın her varlığında rahatlıkla görülebilir. Hayvanlar ve bitkiler âleminde de soy sürdürmeyi sağlayacak mekanizmalar vardır. Susuz arazideki kaktüs, çölün kurutucu özelliğine dayanabilmek için gövdesinde ihtiyacını giderecek suyu biriktirir. Çorak toprakta yetişen domates türü, toprağa kök salma olasılığını güçlendirmek için içinde bolca tohum çekirdeği barındırır. Çölde yaşayan deve, susuzluğa dayanıklı olmasını sağlayan bir mekanizmanın sahibidir. Bu konuda örnekler alabildiğine çoğaltılabilir. Kürt erkeğinin soy sürdürme tarzı da bir bakıma buna yakın bir düzeye indirgenmiştir. "Çok çocuk yapmak", bu tür soy sürdürme biçiminin en çirkin yolu olmaktadır. Burada ulusal soy sürdürmenin esamisi bile okunmaz. Böyle olunca, sömürgeci egemenliğe hizmet edecek bir isimsiz köleler ordusu peydahlanmanın ötesine geçilemez.
Dolayısıyla Kürt kadını "en bozulmuş bir neslin en basit fiziksel üreticisi" konumundan çıkmadıkça, ulusal soy sürdürme düzeyini yakalamak imkânsızdır. Kadının özgürleşme yoluna girmesi ancak böyle bir konumdan tamamen kopmasıyla mümkün olabilir. Bu açıdan kadının kurtuluşu, ülkenin ve ulusun kurtuluşuyla özdeştir. Özgürleşen kadın; özgürleşen vatan, özgürleşen ulus ve özgürleşen erkektir. Zilan yoldaş kadının özgürleşmesinde ulaşılması gereken düzeyi temsil etmekte; bununla da kalmayarak, bu düzeyi yakalamanın emredici gücü olmaktadır. Mevcut gerçekliğin derin bilincine ulaşmadan ve bununla birlikte zapt edilmez özgürlük tutkusu olmadan, böyle bir düzey asla yakalanamaz. Bunun tersi hızla yaşamın tükenişine götüren en soysuz bir yaşama yol aldırmaktan başka bir sonuç veremez.
Kürdistan'da gelişen devrimin böyle bir zeminde yaşayan toplumun içinden gelen insanla ilerletilmesi zorunluluğu kendi içinde ciddi zorluklar barındırmaktadır. Belleği oldukça zayıflatılmış ve bilinci sömürgeleştirilmiş birey, umut ve inanç katliamından geçtiği ve kendi gerçekliğine yabancılaştırıldığı için, kendi özüne dönüşü de sancılı olmaktadır. Zilan yoldaşın gerçekte bir öncü devrimciyi anlatan sözleriyle bireyin ölüm uykusundan uyandırılan halka öncülük yapabilmesi için, yüksek bir sorumluluk duygusu taşıması, öngörü sahibi olması, büyük cesaret ve fedakârlık sergilemesi kaçınılmazdır. Ancak burada birey adeta daha başındayken çarpık büyüyen bir ağacın bir süre sonra artık düzeltilememesi gibi, kendi gerçek kökü ve gövdesiyle bütünleşmekte zorlanmaktadır. Zayıflıklar kendisini sürekli geriye çekmekte, zayıflığı güç kazanmanın gerekçesine dönüştürememektedir. Kuşkusuz insan bir ağaç değildir. İnsan sadece fiziksel değil, aynı zamanda iradi bir varlıktır. İnsandaki azim ve irade, taşı bile eritecek en güçlü silahtır; en inanılmaz olanı gerçekleştirebilir. Bu gerçeği en güçlü bir biçimde kavrayanlar kendilerini pratikte kanıtlamış büyük devrimcilerdir. Sema Yüce yoldaş bunlardan biridir. O, "PKK'lilik ve PKK ruhu olduğu sürece güçsüz insan yoktur" demektedir. Doğru olan ve pratikte gerçekleşen şey budur.
PKK militanlığı, Kürdistan gibi sömürge bile olamayan bir ülkede, her şeyin üretici gücünden yoksun kılınmış bir toplumun bağrından kurtuluşun büyük motor gücü olan özgür insanı ortaya çıkarmanın adıdır. PKK Önderliğinin tarzı bunu başarma tarzıdır. Bu tarz, dünyanın en düşürülmüş halkının bağrından, insanlığın en seçkin öncü örneklerini ortaya çıkarmış ve tarihe mal etmiştir. Gerçek böyle olduğu halde gelişmemekten söz etmek veya 'yapamıyorum' demek, müthiş bir inkârcı olup çıkmak demektir. Kemal Pir ve Mazlum Doğan, Zilan ve Sema gibi özgürlük tanrıları ve tanrıçaları PKK'deki önderlik tarzının eserleridir. Nitekim Zilan yoldaş Parti Önderliği'ne yazdığı mektubunda "Siz yaşamınızla bir halkı yeniden yarattınız. Bizler sizin eseriniziz" demektedir. Onlar aynı zamanda bu tarzın büyük temsilcileri ve yetkin uygulayıcılarıdır. Onların anısına bağlılık, her şeyden önce bu tarza ulaşmak ve onu uygulamaktan geçmektedir.
Bu noktada PKK tarzına ulaşmadaki başarısızlığı izah etmeye çalışmak, yenilgili ve ölgün kişiliğine sevdalanmaya uyduruk gerekçeler hazırlamak demektir. Zilan yoldaş bu konudaki yanlış yaklaşımları da şiddetle mahkûm etmekte; "Sıkça tekrarlanan küçük-burjuva, köylülük, feodal anlayışların kişiliklerimizdeki yer etmişliği, düşmanın şekillendirmesi, özel savaşın etkileri ve buna benzer gerekçelere sığınarak (verilen) çeşitli özeleştirilerin bizi ilerletmediği açıklık kazanmıştır. Verilecek en iyi özeleştirinin doğru bir pratikten geçtiğine inanıyorum" demektedir. Yakamızı kurtarmaya çalıştığımız beladan şikâyet etmek, belaya teslim olmaktır. Soykırım içerikli bir sömürgecilik ve feodal parçalanmışlık, bu tür bir yaklaşımın üzerinde vücut bulduğu zemindir. Oysa devrimcilik iddiasıyla ortaya çıkmak ve devrimcileşmek, bu zemini ortadan kaldırmaya karar vermek demektir. Bu karara aykırı her türlü tutum ve davranış, özünde, soykırıma dayanan Türk sömürgeciliğinin "anımsamak ve intikam almaya yönelmek yasaktır" uyarısına uygun hareket etmekten farksızdır.
Çok kısa bir süre aktif mücadele ortamında yer aldığı halde, Zilan yoldaşın kendi kişiliğinde dev bir patlama yaratmasına ve büyümenin sınırlarını sonuna kadar zorlamasına karşılık, bizim durumumuz böyle değildir. Birçoğumuzda görülen şey, kendimizi açıkça itiraf etmesek bile, düşmanın bizi içine hapsettiği zırhı kendi dünyamız olarak benimsemek ve bu zırhın içinde hareketsizliği yaşamaktır. Zırhlı kişilik, düşmanın kendine giydirdiği zırhı parçalamadıkça ve bu zırhın dışına çıkmadıkça gelişme gösteremez. Kendisine giydirilen zırhın içinde kalmayı içine sindirebildiği sürece, kişinin hareketliliği zırhıyla birlikte olmak durumundadır. Böyle olunca zırhlı kişilik, kaplumbağanın evini sırtında taşıması gibi kendi dünyasını sırtında taşıyacaktır. Bu ise eski dünyanın kendisidir, zırh düşmanın bireye içerdiği düzen kişiliğidir. Bu kişilik kişinin zindanıdır. Zindanda yaşadığını bilince çıkarıp onu yıkmayı hedeflemedikçe özgürlük arayışına yönelmek olanaksızdır. Düzenin giydirdiği zırhın içinde kalarak özgürlük istemek, ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış bir tutsağın yaşadığı zindan koşullarını iyileştirmeye çalışmasından başka bir şey değildir.
Zindanda, aynı anlama gelmek üzere eski düzenin kişilik (ya da kişiliksizlik) zırhı içinde kalarak özgürlük istemenin politikanın dilindeki adı reformizmdir. Başka ülkeler ve halklar sözkonusu olduğunda, reformculuğun ve reformcu tarzın belki bir anlamı olabilir. Ama Kürdistan koşullarında reformculuğun en azından içinden geçtiğimiz süreçte kişiyi götüreceği yer, son tahlilde düşmana teslimiyet ve ihanettir. Çünkü faşist-sömürgeci rejim soykırım politikasını en aşağılık yöntemlerle hayata geçirmekten kesinlikle vazgeçmiş değildir ve halkımızı tarihin karanlıklarına gömmek istemektedir. Katilin kana susadığı ve tüm gücüyle öldürmek için yüklendiği bir ortamda yaşadığımız bir gerçekse burada reformculuk denilen şey sadece katilden fazla incitmeden öldürmesini talep etmek olabilir. Kendi ayaklarıyla mezbahanın yolunu tutmuş koyunun kasabın bıçağı karşısındaki teslimiyetinden farksız olan bu tutumu kendine yakıştırmak suçtur. Böylesi halkların celladı bir rejim karşısında yapılması gereken şey, yaşama dört elle sarılmak ve bunun için de katilin cinayetlerine devam etmesinin önüne geçmektir. Bu da düşman karşısında başarı ve kesin zaferi getirecek tarzın yakalanmasıyla mümkündür.
Zırhlı kişilik esasta erkek kişiliğidir. Kadının Kürdistan'ın toplumsal yapısındaki yeri ve konumu, bu kişiliğin kendi zırhının dışına çıkmakta isteksiz davranmasının en önemli ve belki de başta gelen bir nedenidir. En çarpık iktidar tarzının, bir başka deyişle en iktidarsızın iktidarının uygulayıcısı olan bu kişilik, gerçekte kadının özgürlük ve eşitlik uğruna savaşımına değer biçmek ve olumlu karşılık vermekten uzaktır. 'Hiçbir şeye sahip olamayacak kadar her şeyden kopmuş' olan bu kişilik, kendisini de içten içe tüketen kadın üzerindeki iğrenç egemenlik biçiminden vazgeçmeye niyetsiz görünmekte veya en azından net bir tavrın sahibi olamamaktadır. Bütün yüce değerlerden kopartılmış ve düşmanın karılaştırdığı bu erkek, 'tüm tarihin yenilgisinin en altta kalanı' olan kadının kocası olmakla bir şeye sahip olacağını sanmakta ve bundan kopmakla çok şeyler yitireceğine inanmaktadır. Başkan Apo'nun dediği gibi vicdansızlık ve çirkinlikle kendi kaderini bile değerlendirmekten kaçınması, aynı şekilde yaşamın tükenişine gelip dayandığı halde bundan büyük rahatsızlık duymaması, bir bakıma bir şeyler yitirme korkusunu yaşayan adamın tutumunu yansıtmaktadır.
Kürk erkeğinin içinde bulunduğu bu düşkünlüğün belirtileri parti ortamındaki erkek kesimi arasında da yansımasını bulmaktadır. Aynı anda iki ayrı tutumu birden yaşatma, yani bir yandan partiye karasevda türü bir bağlılık gösterirken, diğer yandan çok kısa bir süre sonra ihanetin en alçakça biçimlerine yönelme genellikle erkek pratiğinde karşımıza çıkan bir durum olmaktadır. Devrim ortamındaki kadının saflarından Zeki tipi bir hainin çıkmaması bu bakımdan önemlidir. Kadın erkekten çok daha fazla parti ve devrim davasına bağlılık göstermektedir. Gerilla saflarındaki kadın, düşman çemberi içinden kurtulmanın imkânsızlığını fark ettiği anda topluca ve gözünü kırpmadan bombalarla kendini imha etmekten çekinmemekte; yaşamın bütün alanlarında en çarpıcı eylem biçimlerine rahatça yönelebilmektedir. Kadının daha büyük ve güçlü duygulara sahip olması ve özgürlük tutkusu, onu en çarpıcı eylemlerin sahibi yapmaktadır.
Peki, bu neden böyledir? Her şeyden önce, erkeğe oranla kadın özgürleşmeye daha büyük ihtiyaç duymaktadır. Özgürlüğe bu susamışlık, onda kendi bedenini ateşe vererek küllerinden yeniden doğma tutkusu doğurmakta ve bu tutkunun eyleme dökülmesini sağlamaktadır. İkincisi, kadının yitireceği hiçbir şey kalmamıştır; hatta yitirilecek hiçbir şeyi yoktur ve olmamıştır. Kadın devrimci mücadele içinde ve mücadeleye kendi cinsini ve özgürlüğünü kazanmakta; geleceğin eşitlik ve özgürlük dünyası en çok kadının açık gözlerle rüyasını gördüğü bir ütopya özelliğini taşımaktadır. Üçüncüsü ve bir açıdan en önemlisi, mücadele ortamındaki erkeğin kendi cinsinin yaşadığı düşkünlüğe cevap olacak bir büyüklük ve yüceliğe yönelmede nispeten zayıflık sergilemesi kadını oldukça zorlamakta ve onu en çarpıcı ve kişiyi derinden sarsacak eylemlere girişmek zorunda bırakmaktadır. Parti militanı bu gerçeği görmek ve kendi gerçeğini daha derinliğine sorgulayarak kadını zorlayan olumsuzluklarını hızla aşmak göreviyle karşı karşıyadır. Bunu yapmadığımız sürece Zilan, Zekiye, Ronahî, Bêrîvan, Sema ve daha başka özgürlük tanrıçalarına yoldaş diyebilme hakkına sahip olamayacağımız kesindir.
Kadın, aile ve mülkiyet gerçeği, sınıfsız toplum idealine yürüyenler için en çok sorgulanması gereken gerçeklerdir. Kadının köleleşmesi, sınıflı toplumun da başlangıcıdır. Özel mülkiyet, devletin oluşum ve aile gerçeği birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Anaerkil özellikteki ilkel komünal toplumun aşılması, kadının erkek tarafından mülk edinilmesini beraberinde getirmiştir. Kadının erk olduğu, buna karşılık baskıcı ve sömürücü olmadığı ilkel komünist toplum, ezilenler tarafından yüzyıllar boyunca yitirilmiş cennet olarak anılmıştır. Bundan sonra art arda gelen bütün sınıflı toplumlar, erkek-egemen toplumlar olmuşlardır. En son sınıflı toplum olan kapitalist toplumda kadın tipik bir metaa dönüştürülmüş; kadının çekim gücü bir reklam aracı olarak değerlendirilmiştir.
Her türlü değeri ve bütün ilişkileri metalaştıran kapitalist toplumda, kadın her şeye rağmen bir üretim aracı konumundadır. Nitekim Komünist Manifesto'da bu gerçek çarpıcı bir biçimde dile getirilmektedir. Komünistlerin kadını ortaklaşmacılığa dâhil etmek istedikleri iddiasına karşılık, Marks ve Engels, kadını bir mülk olarak değerlendirdiği için, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin kamulaştırılacağını işiten kapitalistin bundan kadının da kamulaştırılacağı sonucunu çıkardığını belirtmektedirler. Kadın, mücadelesiyle bazı kazanımlar elde etse ve bazı mevkiler kazansa da en gelişmiş kapitalist toplumlarda bile erkek egemenliğini kökten sarsacak bir gelişmenin ortaya çıktığını söylemek olanaksızdır. Reel sosyalist sistemin çöküşünde de kadının özgürlük ve eşitlik uğruna savaşıma kaldırılamamasının büyük payı vardır. Genel ilke düzeyinde kadının özgürleşme düzeyinin toplumun özgürlük düzeyini belirlediği ve kadının katılmadığı bir devrimci hareketin başarı kazanamayacağı söylense bile, bununla uyum içinde bir pratik sergilenememiştir.
PKK hareketi, insanlığın en ezilen kesimini bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine çeken bir harekettir. Hiç kuşkusuz yücelme en çok düşürülmüş olanın ihtiyacıdır. Kürdistan insanlığın en düşürülmüş parçası olan Kürt halkının yaşadığı bir ülkedir. PKK hareketi bu halkın özgürlük isteminin ifadesi olmak için savaşmaktadır ve bu savaşımı zafere götürmekte kararlıdır. Kürdistan'ın içinde de kadın "tüm tarihin yenilgisinin en altta kalan" kitlesidir; en çok sömürülen ve baskıya maruz kalan kesimi meydana getirmektedir. Dolayısıyla en alttakinin erkekle özgürlük ve eşitlik düzeyini yakalaması gerçekleşmedikçe, toplumun gerçek özgürlük düzeyini zorlaması da düşünülemez. PKK bir özgürlük hareketidir ve bu karakterinden ötürü özgürlüğe en çok ihtiyacı olanların partisidir. Eğer özgürlüğe en çok ihtiyaç duyan kadınsa ve bunu da bizzat en çarpıcı eylem türleriyle kanıtlıyorsa, PKK'nin özünde kadınların ya da kadın cinsinin partisi olduğunu söylemek hiç yanlış olmayacaktır.
Şu çıplak gerçeğin asla göz ardı edilmemesi gerekir: En çok ezilen ve sömürülen ve özgürlüğe en uzak olan toplumsal güçler egemen olmadıkça, özgürlük ve eşitliği yakalayamaz veya genelleştiremez. Çokça söylendiği gibi, proletarya kendisiyle birlikte bütün sınıfları ortadan kaldırmak için iktidar olmak zorundadır. Proletarya iktidarı, iktidar aygıtı olan devletin sönüşünün de başlangıcıdır. Cinsler açısından bakıldığında, erkek burjuvaziyi oynarken, kadın proleter konumdadır. Kürdistan toplumu, bu ilişki biçiminin en çıplak haliyle yaşandığı bir toplumdur. 'Proleter' kadın, egemen 'burjuva' erkeğin egemenliğini bütün belirtileriyle ortadan kaldırmak istiyorsa, erki eline geçirmesi kaçınılmazdır. Her egemenliği bir baskı ve sömürü mekanizması biçiminde algılamak elbette yanlıştır. Kadının egemenliği ruhsal ve bedensel planda her türlü baskı ve sömürü biçimini ortadan kaldıracak biricik egemenlik biçimidir. İnsanlığın cennet ideali de aslında böylesi bir egemenliğin yaratacağı toplumla özdeştir. Proletaryanın komünizm ütopyası aslında budur.
Zilan yoldaşın anısına bağlılık, onun soylu ütopyasını günlük devrimci pratik içinde hayata geçirmekle yükümlü kadın ve erkek militanların bu gerçekler temelinde kendilerini her an yeniden yapmalarından geçmektedir. Zilan yoldaşın anısı bir özgürlük çağrısıdır; bu özgürlük çağrısı, aynı zamanda bir savaş ve zafer çağrısıdır. Bu çağrıya cevap olmayı tüm benlikleriyle gereken karşılığı vermek isteyenler, önderliğe göre olmakla yükümlüdür. Başkan Apo'nun sözleriyle ifade edilecek olursak, önderliğe göre olabilmek, en büyük tanrıçalardan bugüne kadar olan bütün düşüşlere cevap olmaktan geçer. Bu cevap olmayı başardığımızda
büyük bir gururla Zilan'a ve onunla birlikte özgürlük mücadelemizin diğer tanrıları ve tanrıçalarına yoldaş demek hakkına sahip olduğumuzu söyleyebiliriz.

 Ali Haydar Kaytan