Mayıs’a yazdığım kaçıncı acıdır bilmiyorum, ama 10 Mayıs’a yazdığım ikinci acı bu.
Birincisi Bahtiyar’ın şehadetiydi. Bu ikinci, belki de üçüncü…
Ne çok gözyaşıyla yıkıyorum yüzümü. Meğer ne çok hayal kurmuşum… Ne çok yanılırmışım meğer diyorum yine. Sevginin öldürücü, kahreden, eriten acısıyla yüzleşmek ne zormuş meğer. Sevginin mutluluk demek olmadığını, mutlak huzuru, sevinci, gönül rahatlığını yaratmadığını bir kez daha acıyla, gözyaşıyla, yürek yangınıyla gördüm, bildim. Tüm bunlar Masiro’nun son nefeslerinde benliğime hücum eden hislerin bir parçasıydı.
Sevgili Masiro,
Sarı papatyalar toplamıştım sana. Eylem dönüşünün zaferini kutlamaya. Çiçekler yavaş yavaş soluyordu sana gelirken. Sen yavaş yavaş soluyordun. Herkese seni anlatarak, herhangi bir konuda dahi senden söz ederek, uzaklarda olduğun anlarda ve mekânlarda seni yaşatmaya, özlemimi gidermeye çalışıyordum. Son konuşmamızı, Kızwan tespihini verdiğin günü, yılanları nasıl yakalayıp bıraktığını, o incecik dal gibi bedenine yerleşen iradenle taşıdığın cephaneni… Ve daha birçok şeyi. Yani seni, bir bütün bendeki seni anlatıp duruyordum. Seninle kısa bir zamanda ne çok anı biriktirmişim meğer belleğime. Anıların sanrı seninle dolmuş yüreğime. Oysa sana ulaştığımda, elimde tanrıya yalvarmaktan başka bir şeyin kalmadığını çaresizlik içinde acıyla gördüm.
Acının insaflısı mı olur? Diyeceksin, ama insafsız bir acıyla, hiçbir avuntuya yer vermeyen, bedel kabul etmeyen bir çaresizlikle kendimi bahşetsem dahi vazgeçmeyecek inatçı bir ölüm elçisiyle karşı karşıyaydım. İnan, elimden hiçbir şey gelmiyordu. Ağlıyordum sadece, nefes alışverişini sayıyordum. Sesime ses vermeni bekliyor, beklerken dualar ediyordum. İnanmadığım tanrıların önünde yalvarmaya, senin için kendimden bir bedel vermeye çağırıyordum onları. Tek kelime edemedim o anda. Yaşamda bakma konuşkan olduğuma. Çok konuşuyorum, çok da ifade ediyorum kendimi, ama dile gelmeyenlerin çok daha fazla şey anlattığını düşünmüşümdür hep. Ondandır. Tek bir kelime edemedim. Sadece ağlıyordum. O anın hükmüdür sanırım, adın geçince tutamıyorum kendimi hâlâ. Aynı acı ve çaresizlik ırmağına düşüyorum adın her anıldığında. Hem de yüzme bilmeden.
Az önce bir halay türküsü çalıyordu, ezgisine bıraktım kendimi. Gözlerimi kapadım, birlikte halay çekiyorduk. Bir gerilla halayında yan yanaydık gülerek, ağız dolusu gülerek hem de coşkuyla… İlginçtir binlerce yıllık halaylarımız gerillayla var olmuş gibidir. Gerillasız halay gerçek değilmiş gibi gelir hep bana. Şimdi göz kapaklarının ardında bu var oluşta sende yerini almıştın. Gülerek ilerliyordun.
Sevgili Masiro,
21 yaşında olduğunu söylediğinde inanmıştım sana. Oysa bugün siciline baktım. Masiro Faraşin, Mecit Timur ve 18 yaşında olduğunu öğrendim. Sözlerin şımarık çocuklar edasıyla, gözleri gülerek dile getirdiğin sözlerin geldi gözlerimin önüne. Kahretsin, her konuşmamız, yüzlerce, binlerce kez geliyor aklıma. Yetmiyor. Hayalin gelip gözlerimin önüne konuşuyor, gülüyor, halay çekiyor.
Biliyorum bunların hepsi çaresiz benliğimin seni yaşatma girişimleri.
Ayağından parça almıştın ve üzerine basamıyordun
“Dilbîrîn, tu lıngê xwe nade min?” demiştin son saatlerde. Dilbîrîn yerine Dılzar deseydin, belki tanrılar kabul ederdi isteğini. Kabul ederlerdi sana bedel beni. Bu yaralı, bu günahkâr ve tövbekâr, bu senin tertemiz yüreğine kurban bedeni, bu ölüm elçisiyle karşılaştığın anlarda kıymet-i harbiyesi olmayan gerçek arayışçısını.
Susuyorum yine. Solgun susmalara gömülüp kalıyorum.
Çiçekler soldu,
Soldu
Ve soldu…
Senin için topladığım çiçekler seninle soldu. Ve şimdi çiçek kurusu gitmelerin acısına bıraktı yerini. Bir demir soğuğuna… Paslı ve derin… Papatyalar birer birer bıraktı yaprağını yanı başına. Sonrası bir solgunluktu ve yayıldı zamanımıza.
Mayıslı gülüşlere açılmıştık birlikte. Yeniden doğar gibi karşılamıştık 4 Nisan’ı. Yüreğimize dolan coşku ırmaklarını, birlikte katmıştık özgürlük mücadelemizin denizine.
Şimdiyse bir sonbahar sarısı doluyor içime, damla damla… Sen, sem soluğunla, doluyorsun içime. İnanmıyorum ya da kabullenemiyorum demek. Öyle anlamsızlaşıyor ki. Yaşadığım her anıma, aldığım her nefese, dudağımdan dökülen her sözcüğe yerleşiyorsun. Öyle küçüksün, öyle yaşanmamışlıklarla dolu, henüz yarım bile olamayan.
Küçüksün
Ama giderek büyüyor ve dünyama doluyorsun.
İlktin diyorum. Neyin ilki olduğunun ifadesini düşünüyorum. Neyin ilki? Bir bambaşkalık vardı, bir farklılık, ayrıcalık. Tam çözülemeyen ama yaşantılara dolan ve yokluğu hemen belli olan bir dopdoluluk. Olmadığında özlem, hatırlayış, anmak ve anlatmak. Özlem duygusu insanın duygu haritasını çırılçıplak ortaya seren bir gerçeklik. Dile gelsin ya da gizlensin, bu böyle. Tanımak, paylaşmak ve birlikte bir yaşamı hissetmek için acele etmek. Zamanın sonsuzluğunda bizlere bahşedilen küçük aralıklarda sonu kutsal sevgilere ulaşacak patikalar oluşturmak, o patikalardan gidip gelmek… Bazen severken katlettiğimi düşünüyorum. Sevgi çaylağı olduğumu bir kez daha anlıyorum. Yol arkadaşlarıma olan sevgimi nasıl ifade edeceğimin beceriksizliğini öyle çok yaşıyorum ki. Bunu yapmıyor değilim; ama yetmiyor, hissediyorum.
Masiro bunlardan biri. Onun zayıf, çelimsiz denilebilecek kadar zayıf fiziğine rağmen güçlü duruşu, özüyle katılması, yaşam coşkusu, yaşamın her şeyine katılımındaki o kendinden taşan adanma duygusu, hesapsızlığı, çocuksu saflığı bende hem saygı uyandırıyordu hem de ona karşı bir sevgiyi besliyordu. Şimdi bunları yazmanın acısı onun 8 gündür bizden uzak oluşudur; ama az da olsa bu sevgiyi ona hissettirdiğim için de mutluyum. O, sevildiğini biliyordu. Gidip de geç döndüğü görevlerden onu merakla, sabırsız bir heyecanla beklediğimi görüyor ve bunun bir sevgi ifadesi olduğunu hissediyordu.
Son görüşmemizde gözlerim dolmuştu. Üzülmeyeyim diye çabucak ayrıldı yanımdan. Saldırı grubundaydı. Bir gün önce vedalaşmıştık ve çok ağır bir atmosferde tespihini bırakmıştı yanıma. Sonraki gün bir görev için gelmişti yine, tekrar tokalaşıp vedalaştık. “Kendisine dikkat etmesini” söyledim.
“Geri döneceğim” dedi.
Ve sözünü tuttu. Eylemden sağ salim döndü ve neredeyse ayrıldığımız noktaya kadar da gelmişti. Neredeyse…
Ateşe koşan bir kelebek gibiydi. Ya da baharın gelişini karşılayan kırlangıçlar…
Kırlangıçlar uçardı.
Demir kapının gıcırtısı yaz aylarında kesilirdi. Sonuna kadar açık kalırdı kapılar gece gündüz. Yazın gelişiyle birlikte açılırdı kapılar, kırlangıçlara ve serin esintilere. Kırlangıçlar gelir, salona girer, bir dönüş alır, sonrada gagalarıyla taşıyıp getirdikleri çalı-çırpılarla yaptıkları yuvalarına girerlerdi. Her gelişte ağızları dolu olurdu. Çığlık çığlığa bağrışan yavruların sesinden anlardık geldiklerini. Anneleri henüz görünmeden anlarlar ve şenliklerle karşılarlardı bu gelişleri.
Kırlangıçlar uçardı.
Uzanıp saatlerce onlara bakardım. Onların yaşamına yerleşmiş gibi yaşamım. İzlerdim onları, onlarda bulduğum kendimi. Onlarla onları yaşardım. Gözlerimi kapattığımda yavruların açıkağızları gelirdi gözlerimin önüne. Her sessizlikte onların açlığını duyumsardım. Her mutlulukta bir birliktelik, bir kavuşma var sanırdım. Her şenlikte anne kırlangıçların gelişini duyumsardım.
Şimdi gidenlerimizi beklerken, kendimi o kırlangıç yavrularında görüyorum. Yaşamın bekleyişlere kilitlendiği anlarda hem de kanatsız, uçmaksız, çaresiz bekleyişlere sığınıyorsam yavru bir kırlangıçtan başka neyim ki!
Gidenler, apaçık gözleriyle, gencecik fidan boylarıyla son nefeslerini vererek gidenler… Gidenlerin sonuncusu, Masiro, canımdan bir parça gibi, canımdan öte yoldaşımdı. Koparıldığında o parça uzun süre kendime gelemediğim küçük komutan.
Bu gün bir başka gün, ama aynı sensiz, aynı senden uzak, aynı kalabalık yalnızlıklara boğulan bir gün. Bugün bir resmini gördüm. Yine iri iri açmıştın gözlerini, öyle sade bir güzelliğin ortasındaydın. İşte şimdi, şu anda, yüreğimizin en canlı hücresinde, bizimleydin.
Kod Adı: Masiro Faraşin
Adı Soyadı: Mecit Timur
Doğum Tarihi ve Yeri: 1990-Hakkâri
Ana Adı: Kaze
Baba Adı: Cemil
Katılım Tarihi: 2006-Beytüşşebap
Şahadet Tarihi ve Yeri: 9 Mayıs 2008 Zagros
Dilzar Dîlok